" Gerçek
şu: Hikâyeleri güzelleştikçe insanlar mutsuz olurlar.”
Hayatımızı dümdüz eden ,yamultan hikayeler vardır. Mahalle maçları, sert yumruklar, sert aşklar ,sert dostluklar, mutsuzluklar, birahane köşelerinde sert müziklere tav olanlar, acımasızlık haritasında kendine yer bulamayanlar ve kendini kesen adamın karşımızda duran portresi… Kendinizi kestiğiniz adam portresinden sıyrılmak bazen zor olmuştur, bunun devamını getirmenizse kaçınılmaz olur. “ Hikayem Paramparça” kitabında Paramparça mevzuların adamı Emrah serbes paramparça mevzulara, sert aşklara, hüzne, acıya, yalnızlığa ve paramparça hikayelere, kesit kesit parçalara yer veriyor. Kitapta sevdiğim hikayeler üzerinden değerlendireceğim kitabı.
Değerlendirmede sonda söyleyeceğimi başta söylemeliyim. Emrah Serbes'in " Hikayem Parça " kitabının hikayelerinde/öykülerinde belli bir bütünlük
yok. Mevzular kurgudan kopuk. Metinler birbirinden bağımsız, bütünlükten söz
etmeye gerek kalmıyor. İletişim yayınevinden çıkan bu paramparça
hikayelerin Kapak fotoğrafı ve metin aralarına serpiştirilmiş fotoğraf Ümit Bektaş'a ait. Takip edenlere eski hikayeler tanıdık gelecektir ve bunların çoğu Emrah
Serbes’in afili filintalar serisinden olan hikayeler. bilenlere Kitabın mevzuatına inecek olursak Emrah Serbes
kitabın çıkış sürecini şöyle tanımlıyor;
“Erken Kaybedenler” yayımlandıktan sonra üç sene boyunca bir sürü
şey yazmak istedim ama hiçbirini yazamadım. Hepsi taslak halinde kaldı. Üç
senenin muhasebesini yaptığımda, Afili Filintalar’daki hikâye ve parçalardan
başka yayımlanabilir bir şey yoktu ortada. Ben de onların arasından bir seçme
yaptım. Büyük bir yazar değilseniz arada bir kitap yayımlamanız gerekir.
Sondaki “Galip İşhanı” hikâyesine
gelince. O başka bir hikâye kitabının ilk hikâyesi olacaktı. Ama hem ruh hali
olarak diğer hikâyelerle uyuştuğu için hem de üç senede bitirebildiğim tek
hikâye olduğu için onu da bu kitaba ekledik. Pek övünülecek bir hikâyesi yok bu
kitabın. Ama şunu çok net söyleyebilirim ki üç senede yazabildiğim budur.”
Mevzular bu şekilde gelişiyor.
Büyük yazar olarak kendini
gören biri değil Emrah Serbes. Halktan biri olduğunu kitap imzalama günlerinde
belli eden ,olduğu gibi görünen , Ankara’yı ve Beşiktaş’ı seven, sol görüşlü
olmasıyla ve Behzat ç mevzularından dolayı tanınan biri. Çok tanınan biri
olmadığını şimdi çok tanındığını “Behzat
Ç. ilk çıktığında imza günüme üç kişi gelmişti” sözlerinden anlıyoruz. En azından kendisi öyle söylüyor bu konu hakkında. Behzat Ç çıkmadan önce kendisi de piyasada çok bilinen biri olmuyor. Kendisinden de dediği gibi
“ kitabın övünülecek bir tarafı yok” kendisini övmeyi seven bir tipte değil
kendisi. O mevzulara ağır geliyor.
Kitaba kısaca giriş yapacak olursak; “ Karanlıkta nüfus sayımı” adlı mevzumuzun İlk cümlesi “Babamın öldüğü gün
birine aşık olmuştum. Bazen böyle olur, her şey üst üste gelir.” cümleleriyle başlıyor . Hikaye aynı zamanda bize yabancı olmayan,
izlediğimiz Behzat Ç’yi hatırlatıyor. Zamanın
hiçbir şeyi düzeltmeyeceğini, acıların bizi olgunlaştıracağını Emrah Serbes
bizi melankolinin içine çekerek anlatıyor. Kendisinin dediği sözü hatırlatmak
gerek!
“Karanlıkta nüfus sayımı şöyle
yapılır: Yaşayanlar bir sigara yakar.”
Emrah Serbes’in bu kitabında
çoğunlukta aforizmalara denk gelmemiz bazılarımızı şaşırtmıştır. Bu
aforizmalardan örnek olan “ deliliğe giriş” cümlesinin altındaki söz olan “
Düşleri gerçek sanmaya başlarsan onlarda kusur da bulmaya başlarsın”
aforizması. Düşler, yanılsamalar,
rüyalar, aldatmalar ve birçok tanım aklımıza getirebiliriz. Kitabın çoğu
yerinde bu tür ayar veren aforizmalardan birkaçı; “ Haberler doğru olsaydı onları
güzel kadınlara sundurmak zorunda kalmazlardı. Televizyon yalanın kalesidir. O
yüzden devlet tekelindeydi zaten. İlk Özel televizyonun Özallarla Cem Uzan
tarafından açılmış olması da garip değil”-sf 16
Paramparça mevzuları
derinden anlatarak yaralamaya devam eden Emrah serbes “
Sen gittin ve herkes ölmeye başladı” hikayesiyle
yara deşmeye devam ediyor. Kitap sayfasına döşenen tabut fotoğraflarıyla
melankoliyi içimize doğru çekiyoruz, hikaye mevzunun içine direkt dalıyor.
Kendinizden parçalar bulacağınız, kırık dökük günlerini hatırlayacağınız ve
suratınıza bir yumruk kadar sert bir darbe indiriyor Emrah Serbes bu hikayede.
Hassas dokundurmanın ötesine geçiyoruz bu hikayeyle. Hikayenin içine derin
dalmadan yüzüne su çarpın, sonra hikayenin içine dalın. Tek önerim bu olacaktır
size.
“Önce saniye teyze öldü; sonra
dedem, sonra babaannem ,sonra yengem, sonra eniştem. Sonra eniştemin ölüm
haberini bana veren bakkalı bıçakladılar, tam eniştemin yedisinin okunduğu
akşam. Sonra sedat amca öldü; sonra babam, sonra öbür dedem,bir de büyük
deprem. Otuzuma basmadan otuz tabut kaldırdım musalladan. Babamdan öncekileri
babamla beraber kaldırdık, ama ilk ölen hep babammış gibi geldi bana yıllarca.
Sanki oydu bu ahret furyasını başlatan.” –sf 19
Aforizmalara devam ediyor Emrah
Serbes. O aforizmalarından biri sayılabilecek metin “ iyi yazar veli yarısıdır”
metni okulda her şeyi nefret ederek öğrendik” diyen bir metin.
Kurallar, dayatmalar, disiplin ve birçok şey. Metin “Sucks school” mesajı
veriyor adeta.
“ Bir öğretmen arkadaşım var,
okullarını depreme dayanıklı hale getirmek için yıkıp yeniden yapacaklarmış.
Öğrenciler müdürün kapısına dayanmış. “ Biz yıkalım hocam!” diye. İşte okul
sevgisi… Okul böyle bir yer, orada öğrenilen her şeyi nefret ederek öğrendik.
Milli eğitim bakanı olsam bütün iyi yazarları müfredattan çıkarırdım. Edebiyat
hocası kazma olduktan sonra ders kitabına saik faik koymanın anlamı yok. İyi
yazar veli yarısıdır zaten. Bir hadise olmadıktan sonra okula gelmesine gerek
yoktur.”-sf 26
Bazı metinlerin arkasından gelen
aforizmalar kitabın bazen sıkıcılığını arttırıyor. O aforizmalardan biri;
“ Üç çocuklu anneyle bir
sıkı yönetim komutanı arasında ne fark var “
Ciddi bir adam olmayan, hep
taşşak bir herif olan Emrah serbes yazarlara da inceden ayar veriyor. “ Yazarları ciddiye almayın” adlı
metninde Dostoyevski'ye selam çakarken aynı zamanda günümüz yazarlarına ayar
vermeyi ihmal etmediğini aşağıdaki sözlerden anlıyoruz.
“ Yazarlar söylediklerini fazla
ciddiye almamak lazım. Edebiyat tarihi şahane şeyler yazmış berbat adamlarla
dolu”
Başkasına anlatamadıklarınıza
dair bir aforizma “ Herkes kendi kabusunu görür. Bir kabusu kabus yapan şey
ondaki aktarılamayan noktalardır. Başkasına anlattığın şey kabus değildir”
Hikayelere teker teker
değerlendirmek sıkıcı gelebilir, ama bu hikayelerin hepsi tanıdık afili
filintalar serisinden. Bunları bilenlere yabancı gelmeyecek ama bilmeyenler
için bunları okumak keyif verici nitelikte olabilir. Bize anlatılan acı,
ölüm, hüzün, yalnızlık hissiyatları. “ Toza duman” hikayesinde
Behzat ç’den hatırladığımız cümlelere rastlıyoruz.
“ Toza dumana
gidelim yine, şenliğin kalbine. Çünkü ölüm döşeğinde bir ihtiyar tanımıştım. “
İnsanlara gerçekten bakmak istiyorsan oğlum onların sana bakamayacağı bir yere
git “ demişti. “Kıyametin ortasına git. “ O kadar yaşlıydı ki öldükten bir
hafta sonra sanki on sene önce ölmüş gibi düşünmeye başlamıştı herkes” –sf 35
“ Ölenlerin
ölü taklidi yaptığını düşünüyordum ben o zaman. Yaşayanların yaşıyor taklidi
yaptığını hissediyorum şimdi. Toplum değil, toplu mezar. “
“ Kar taneleri
birbirine benzemez. Sözcükler de benzemez. Ama bir cümle başka bir cümleyi
hatırlatır her zaman. Koşan atlar, düşen atları hatırlatır. Yağmur
yağar,durur,tekrar başlar. Yanlış yolda yürümek doğru yolda beklemekten iyidir
oğlum. Spermden mezara kadar…Karanlıkta herkesle çarpışabilir insan. Yalan mı
söylüyorum yine,olsun. Sen biliyorsun nasılsa. Bir sürü doğru söyledik ama hiç
burnumuz kısalmadı.”- sf 36
Emrah serbes; Haysiyetsizlere, namussuzluklara, katilleri bulamayan
hükümete Hrant dink’i selamlayarak devam ediyor.
“ Hocam sınav
nerden nereye kadar
1915’ten Hrant’ın vurulduğu yere kadar “
1915’ten Hrant’ın vurulduğu yere kadar “
Emrah Serbes olayı dolandırmadan mevzuyu direkt anlatır.
Özü, sözü birdir. Her konuda bir sözü vardır, mizahi yönü
zengindir. Bunlar kendisini tanıyana yabancı değil. “ Zamanın
memleketi” geçen metninde nerede doğduğuna karar veremeyen ve inceden
memlekette “ nerelisin” sorusuna az da olsa açıklık getiriyor
“ insan bir yerde doğdu mu oralı olmuyor, o zamanlı oluyor”
sözüyle nokta atış yapıyor.
“ İnsan bir
yerde doğdu mu oralı olmuyor, o zamanlı oluyor daha çok. Memleketi o zaman
oluyor. Doğduğumuz büyüdüğümüz şehirdeki bütün değişimleri hüzünle
kaydetmemizin nedeni bu. Hüzünlenmek için illa somut bir yıkıma da gerek yok. “
Eskiden bu okulun kapısı paslıydı ne güzel” diye üzüldüğüm de oldu. Konu,
doğduğumuz yerin mazisi olunca asla vazgeçmeyeceğimiz takıntılar var çünkü.
Renkler var, sesler var, kokular var ,binlerce ıvır zıvır var. Sonsuza kadar
yitirilmiş anlar var. İnsan zamanını durdurmak istediği yere aittir. “-sf 40
Emrah Serbes
hikayeleri arasında gezinirken acıya, hüzne, sert yumruk darbelerine, mutluluğa
rastlamanız mümkün. Bu da Emrah Serbes kitaplarının karakteristik özelliği
olarak karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda bu hikayede Barış bıçakçı konusunda
yazar yerinde bir tespit yapıyor. İçinde Ankara’yı barındıran” O gece” adlı hikayemiz
hem aforizmalarıyla ön plana çıkarken hem de okuyucuyu hüznün kıyısına
doğru sürüklüyor.
“ Kurtuluş
parkı’nda yaprak dökümü… Hava açık… Yıldızlar yere yakın. Taş atsak bir ikisini
düşürebiliriz. “ Neden olmaz “ diye soruyorum. “ Mutsuz oluru” diyorsun. “
Herkes mutlu olacak diye bir kural yok,biz de mutsuz olalım” –sf 42
Hikayelerin
arasından çıkan aforizmalarından biri de “Ne Freud ne Lacan” metninde geçiyor. Hayata
dair bir söz her şeyi özetliyor. “ Hayatımızın ilk yıllarını unutmamızın asıl
nedeni o yılların utanç verici olmasından “
“ Ateşe benzemek için” yaşananlara, yaşanılanlara
dair kısa hikaye. Hikaye kendi yaşadıklarından yola çıkarak, ergenlikten
geleceğe doğru neler yaptığına dair ipuçları veriyor. Aforizmalar devam ediyor,
her ne kadar çoğu kitap sayfasında aforizmalar olduğunu görüp bundan sıkılsak
da bazı aforizmaların anlamı derin oluyor. O aforizmalarından biri” bir körü yumruklamak”
metninin içinde yer alıyor.
“ Gören bir adamı herkes yumruklayabilir. Esas cesaret bir körü yumruklayabilmekte.. Bir kör yumruk yediğinde bunu karanlığın içinden gelen bir mesaj olarak algılar, çünkü kader gibi gerçek hayatın gerçek silsilesi gibi. Niçin yazıyorum? Şuurumdaki kör bölgeler için.” –sf 52
“ Yaşadıklarımdan
öğrendiğim hiçbir şey yok” hatıralar üzerine
melankoliyi üzerimize salan başka metin. Metin bizi acının içine çekerek
bütün duyguları bir arada yaşamamıza sebep oluyor. Acı, hüzün, hatıralar,
yaşanmışlıklar üzerine metine tanımlama getirilebilir. “ anlatıla anlatıla
yalama olmuş hatıralar var çok şükür” diyerek emrah serbes noktayı koyuyor.
“ anlatıla
anlatıla yalama olmuş hatıralar var çok şükür, başka hatıraların arasına
karışıp bambaşka hatıralara dönüşmüş hatıralar… ve hiç yaşanmamış hatıralar
var,bence en güzelleri. O zaman ellerini ceplerinden çıkar,çünkü kahve
söyledik” –sf 55
Rutine dönen
yaşam şartları, düz giden hayat, yat-kalk-işe git- evlen döngüsünde yaşadığımız
paramparça hayatlara benzetme “ Okulunu
bitir askere git işe gir evlen çocuk yap” metniyle geliyor. emrah
serbes lafı dolandırmadan mevzuya giriyor, iyide yapıyor.
Öykülerde çoğu
zaman okul yıllarımıza iniş yapıyoruz, hüznün içinde buluyoruz kendimizi.
Emrah serbes bunu iyi beceriyor. “ Evlilik
teklif ederken dikkat edilmesi gereken hususlar” başlığında toplanan metin
; Öğrenciyi tembel gösteren öğretmen, çocuğunu kolundan tutup polise
veren baba arası ilişkiyi iyi kuruyor, gazetecilere ayar vermesinin
yanında metnin başlığındaki evlilik mevzusuna da el atıyor.
“ Bütün sınıfın önünde yüzün
kızardığında aldığın dersi en süper okulları bitirdiğinde alamazsın. Sınıfın en
tembeli bile olsan orada idrak edilmesi güç bir sırra vakıf oluyorsun çünkü.
Esaslı bir bok yediğinde, çürükler ortaya çıktığında yani, bütün toplumun sana
karşı nasıl tek yumruk olduğunu orada öğreniyorsun” –sf 59
Kitabı okurken Dostoyevski’ye,
Sokrates’e , Kazancakis’e, Che’ye, Kafka’ya, Hemingway’e
rastlayacaksınız. Bazı metinlerde görünen kısa cümleler
rahatsız edici. “ Şimdiki aklım olsa paradoksu” metnindeki aforizma gibi. Birçok
kitaptan ve yazardan alıntılar var kitapta. Erken kaybedenler’e göre
kitap hikaye yönünden geride kalıyor . Alıntıların fazlasıyla olması
okurlar için rahatsız edici olabilir, okurların yazardan erken kaybedenler
kafasında bir kitap istemesi doğal karşılanmalı.
Bazı metinlerde içinde
kendinizi bulacağınız, hüzünleri tekrar hatırlayacağınız , acınızı tuza
bandıracağını cümlelerle hüzne selam çakıyorsunuz. Bunlar yabancı değil afili
filintalar serisini okuyanlara. “ Gizlice söyle bana” metninde anlamak ile mevzular
bizi ters çevirirken, okuyanı hüznün kıyısına doğru sürüklüyor.
Kitap, memleket meselelerinden
geri kalmıyor. “ Çanakkale sendromu ve ayrılık fikri “ metni bu meselelere el atıyor.
Ayrılık fikri kürtleri sembolize ederken diğer bir konuda Türklere dair “
Çanakkale sendromu” metninde toplanıyor.
“ Hüzünlü piç” bir çeşit inci sözlük seslenişi
ama mevzu olarak ağır. İsminden daha anlaşılacağı üzere hüzün dolu,
işlerin iyi gitmediği zamanlarda dahi “ her zaman yanımda olan biri var “
cümlesiyle açılıyor ve Daha öncesinde Behzat ç’den tanıdık
olduğumuz cümlelere rastlıyoruz bu hikayede.
“ İnsan en az üç kişidir.
Kendisi olmak istediği kişi ve arada farkta yaşayan üçüncü. En sahicisi de bu
üçüncüdür" diye cümleleriyle başlıyor “ Kapanış
konuşması “ geçmişe sinyal vermesinin
yanında insanlığa dair sorgulayıcı bir metin. Metin; Acı,
hüzün, geçmişe dönmeler kendi içinde kayboluşlar, pişmanlıklar, içinde
yaşadığın korkular ve birçok duyguya yer veriyor. Bildiğimiz Emrah Serbes
bu öyküde melankolik tavrıyla ön plana çıkıyor, eski afili filintalar serisinde
metinlerden biri “ kapanış konuşması” metni afili filintalar’dan
okuyanlara yabancı gelmeyecek.
Hikaye ve metinlerin çoğu
yaşadığımız acı dolu geçmişe dair birçok göndermede bulunuyor,kendimizi o
hikayelerde görüyoruz. Emrah Serbes bir dost nasihati veriyor bazen, bazen de
melankolik olarak okuyucuyu yerin dibine sokuyor. Ama hepsi sahici hikayeler.
Birahanede tanıştığınız adam portresi karşınızda duruyor.
“ Hayal meyal hatıra” bizi
hatıralara doğru yolculuğa çıkaran kısa bir metin. Mahalle maçlarında yediğiniz
dayakları hatırlamanız olağan. Emrah serbes kafası gözü yarılmış, ağzında diş
kalmamış, dayak yiyip de kanlar akan küçük çocukluğumuzu bu metinle bize
hatırlatıyor.
“ Sonuçta her zaman daha
şiddetli bir merci bulunur. İlk hayat derslerinden biri bu. Bu dünyada şiddetin
zirvesi yok ,varsa da göremeyeceğimiz kadar tepelerde”
“ Ahmet’i öldüren ağaç”
erken kaybedenler hikayesine inceden selam çakan, aynı zamanda mahalle maçları
zamanlarını hatırlatan bir öykü. Ahmet karakteri üzerinden ilerliyor
hikaye. En iyi çalım atan adamlardan biri Ahmet, annesini kaybettiğinde bütün
arkadaşları ağlıyor, günün birinde bir ağaca tosluyor, bok yoluna gidiyor. Ahmet
öldükten sonra arkadaşları Ahmet’in tosladığı ağacı kesmek istiyorlar,
jandarmalar peşlerine düşüyor. Mevzu bu şekilde ilerliyor. Ölüm mevzusu
yine bu öyküde kendini ele veriyor.
“ Ne zaman bir ölüm haberi
alsam, ne zaman kendimi bok gibi hissetsem, ne zaman bir şeyleri düzelmeye
çalışırken daha beter etsem aklıma o ağaç geliyor. İyi çalım atan bütün
çocuklar için, çirkin ve temiz kalpli bütün kızlar için bir gün o ağacı
indireceğiz” –sf 122
Erken kaybedenler kitabında
Cahide’ye aşık olan konu alan öykünün bir diğer benzerine yakını” Ayşenur’un
ablası” hikayesinde geçiyor. Ama bu defa mevzu aşk üzerinden değil, ölüm
üzerinden ilerliyor. Ayşenur, ablasının kendi yüzünden öldüğünü
düşünüyor. Acımasızlıklar, Ölüm, nezarethaneler, dünyada bok atıkları gibi
çoğalan insanlar, görünmez duvarlar ardında saklananlar…
“ Hisler ansiklopedisi” Emrah serbes’in olmazsa olmaz konularından.
Birahane, 99 depremi, taksitler, tek yumrukla nakavt durumları ve mutsuzluklar
üzerine bir öykü. Hikayede bütün yıkımlar üst üste geliyor, hikayenin
içinde buluyorsunuz kendinizi. Arkadaşınla dertleştiğinizi bu hikayeyle
anlıyorsunuz, aynı zamanda mutsuzluk portresi ufak bir sıyrık gibi üstünüzde
çiziliyor.
“ 2009 yazı geri gelmeyecek”
unutumadığımız bütün yaz aşklarına, eğlenceli geçen çocukluk anılarına,
özlediğimiz zamanlara, rakı masasında konuşulan ve unutulmayan konuşmalara
selam çakıyor. Yazarında dediği gibi “ 2009 yazı geri gelmeyecek. Geri
gelmeyecek diğer yazlar gibi.”
Kitabın
son öyküsü 'Galip İşhanı',
diğerlerinden farklı değerlendirilecek bir öykü. Kendini kesen adamın
hikayesini ‘ Galip İşhanı” hikayesinde görüyoruz. Bu portre diğer hikayelere
göre daha hüzün kokan, daha çok melankoliğin içine çeken bir hikaye. Okuduktan
sonra “ Galip İşhanı hikayesi diğer hikayelerin toplamı” yorumunu
yapabilirsiniz.
Mevzu
şu şekilde; Her şey Galip’in bir yaralanma sonucu hastaneye
düşüp nöbetçi hemşireye aşık olmasıyla başlıyor. Her defasında kendini
jiletliyor, Galip’in bu yaptığı Nuran hemşireye karşı kendini anlatamaması.
Her kendini anlatamadığında jiletleyerek Nuran hemşire’nin yanında
buluyor kendini.
Sonunda
kendini kesen adam olan galip akıllanıyor, ‘Galip İşhanı Nuran Spor Kat: 2 No:
8’ adresinde bir spor mağazası sahibi, evli, çocuklu bir aile babasına
dönüşüyor. Kendini anlatamamanın bedelini yıllarca kendini kesmesiyle ödüyor Galip.
Emrah
Serbes " Galip İşhanı “ hikayesinde anlatamamak ve kendini
kesmek” arasında ince çizgiyi okuyucunun gözüne sokuyor. Hiçbirimiz geri
kalmıyoruz bu hikayelerde. Herkesin anlatamamak gibi sorunu olduğunda
bazılarının nelere başvuracağını bu hikaye bize resmediyor. Ve hikayenin
sonunda Galip’in de dediği gibi “ beni anlatamadın kardeşim” başkalarından bizi
anlatmasını beklemek hayalcilik olmasını söylemek doğru olur.
“ Hikâyem
Paramparça” Emrah
Serbes’in dördüncü kitabı. Yeraltı piyasasına dair bir kitap değil, kesit
kesit parçalar sunan, afili filintalardan seçmece hikayeler olarak
değerlendirebilecek bir kitap. Kendisinin de dediği gibi “ Pek övünülecek bir hikâyesi yok bu
kitabın. Ama şunu çok net söyleyebilirim ki üç senede yazabildiğim budur.”
diyerek Emrah Serbes kitabın çıkma sürecini özetliyor.
Emrah
Serbes bu
kitapta gerek önemli
yazarlara selam çakıyor, gerek arada ince dokunuşlar yapıp birahane
köşesinde içen adamı bize hatırlatıyor. Erken kaybedenler kitabına göre
vasat bir Emrah Serbes kitabı düşünülebilir. Kısacası pek numarası yok bu kitabın, aceleci bir kitap da düşünülebilir. Erken Kaybedenler; mahalle maçlarına dair diyaloglarıyla da
olsun kendini bir çırpıda okutturacak kitaptı. Bu kitaptaki çoğu hikaye Emrah
Serbes'i bilenler tarafından daha önce okunduğu için büyütülecek bir yanı yok ama “
Galip İşhanı” gibi kendini kesen adamın hikayesini okumak hüzünlendirecektir
sizi, sadece bu hikaye bile sizi derinden sarsacaktır.
OKURKEN ALTINI ÇİZDİKLERİM
“Karanlıkta nüfus sayımı şöyle yapılır: Yaşayanlar bir
sigara yakar.”
“ Bir gün öyle dil gelişecek ki tek laf etmeye gerek
kalmayacak. Herkesin yüzünden anlaşılacak ne demek istediği.”-sf11
“ Gerçek yaşama sevincini görmek istiyorsanız mezarlıklara
gidin, orada gezinen, ziyarete gelmiş insanların yüzüne bakın”sf-11
“ Konuşulmaması gereken yerler vardır. Çocuklara ve
ihtiyarlara anlatamazsın bunu. Hepsi doğal anarşist” –sf 12
“ Zaman hiçbir şeyi düzeltmez. Daha beter de etmez. Zamandan
bağımsız şeyler bunlar. Tenhada, uzakta, karanlıkta oturup bir sigara yakmaktan
başka bir şey gelmiyordu elimden. Babam
öldüğü için değil. Aşık olduğum için değil. Yirmi bir yaşında olduğum
için değil. Öyle olması gerektiği için” –sf12
“ Sonra biraz içtim ve telefona sarıldım. Bu adil değil. İki
taraf için de… İnsanlar sizin alkollü olduğunuzu anlar ama bellekleri bunu
böyle kaydetmez. Çünkü gelen sadece sestir. O sesin üstüne en ayık halinizi yerleştirir bellek. Bellek
böyle namussuz bir orospu çocuğudur işte. Sizi üçkağıda getirmek için elinden
gelen her şeyi yapar. Hepimiz yanlış hatıralara sahibiyiz. Öyle yaşanmadı ki
onlar. Hatıralarını yazan ihtiyarları düşünün, kitabı bitirdikleri zaman
öleceklerini bilirler, o yüzden bitiremezler bir türlü,yaşamak için sallamayı
sürdürmeleri gerekir “ –sf 12
“Önce saniye teyze öldü; sonra dedem, sonra babaannem ,sonra
yengem, sonra eniştem. Sonra eniştemin ölüm haberini bana veren bakkalı
bıçakladılar, tam eniştemin yedisinin okunduğu akşam. Sonra sedat amca öldü;
sonra babam, sonra öbür dedem,bir de büyük deprem. Otuzuma basmadan otuz tabut
kaldırdım musalladan. Babamdan öncekileri babamla beraber kaldırdık,ama ilk
ölen hep babammış gibi geldi bana yıllarca. Sanki oydu bu ahret furyasını
başlatan.” –sf 19
“ Sen gittin herkes ölmeye başladı”-sf 19
“ Yalnızlıktan kudurmuş bir çocuğun arabaların kaportasını
anahtarla çizişi gibi ruhumun kemirilişi de hep sinsiceydi,buna rağmen ansızın
berraklaştığı oluyor bulanık günlerin. Hala soğuk biralar oluyor ve bazen güzel
kızlar. Yağmurdan sonra saçlarını havluyla kurulaman gibi olmuyor,o kalibrede
sevda görmedim. öptüm ama içime çekmedim”-sf 20
“ Elinden bir şey gelmemenin acısını iniş takımları olmayan
melekler bilir. Bir arabanın farlarına kilitlenip kalmış sincaplar bilir. Suyun
dibine ağır ağır çöken taşlar bilir. Matkapla göğsünün ortasına açılmış bir
pencere düşün. Perdeyi aralayıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya. Eskisi gibi
acımıyor ve de asıl bu acıtıyor” –sf 20
“ Love story tadında başlayan bir filmi potemkin zırhlısına
çevirmeye ne hakkın var. Çok şükür yaşıyoruz,çok şükür yazıyoruz diyorum ama
niye anlatıyorum bunları? Belleğin unutuşa karşı mücadelesi mi sadece, ne
münasebet, bu benim senkronize yalnızlığım” –sf 22
“ Birleşince kısa devre yapan parmak uçlarımız öldü önce,
sonra yeşil öldü benim için,sonra kahverengi. Sonra ilk öpüştüğümüz yeri
kalbinden bıçakladılar. On iki yıl geçti susmak ne kısaymış. Sen, “ böyle ne
güzel sonsuza kadar susalım,” diyorsun sonsuzluk bir gün herkesle konuşur
sevgilim ,bunu da biliyorsun” –sf 22
“ Toza dumana gidelim yine, şenliğin kalbine. Çünkü ölüm
döşeğinde bir ihtiyar tanımıştım. “ İnsanlara gerçekten bakmak istiyorsan oğlum
onların sana bakamayacağı bir yere git “ demişti. “Kıyametin ortasına git. “ O
kadar yaşlıydı ki öldükten bir hafta sonra sanki on sene önce ölmüş gibi
düşünmeye başlamıştı herkes” –sf 35
“ Ölenlerin ölü taklidi yaptığını düşünüyordum ben
o zaman. Yaşayanların yaşıyor taklidi yaptığını hissediyorum şimdi. Toplum
değil, toplu mezar. “
“ On bir yıldır sabah yatıp öğlen kalkıyorum. Hava
kararana kadar geçmiyor dalgınlığım. Belki de uykuda kaybettiğim bir şeyleri
arıyorum. Kimi görsem rüyalardan bahsediyorum. Oysaki hatıralardan konuşmak
lazım. Rüyalardan daha karanlık hatıralar var. Daha çok fikir verir biri
hakkında. Şekeri bitmiş sakızı, toz
şekere batırıp çiğnemeye devam etmen gibi senin. Ben de tüpte satılan çokokremi
diş macunu tüpüyle değiştirmiştim bir sabah. Gülmüşlerdi sadece. Oysa bir çocuk
numara çekiyorsa gerçekten yemek lazım,yemiş gibi yapmak değil. “ –sf 35
“ Kartaneleri birbirine benzemez. Sözcükler de
benzemez. Ama bir cümle başka bir cümleyi hatırlatır her zaman. Koşan
atlar,düşen atları nhatırlatır. Yağmur yağar,durur,tekrar başlar. Yanlış yolda
yürümek doğru yolda beklemekten iyidir oğlum. Spermden mezara kadar…Karanlıkta
herkesle çarpışabilir insan. Yalan mı söylüyorum yine,olsun. Sen biliyorsun
nasılsa. Bir sürü doğru söyledik ama hiç burnumuz kısalmadı.”- SF 36
“ Birbirimize ihtiyacımız olduğunu biliyoruz.
Zalimliğin başladığı yer burası, hoşgörünün başladığı yer de. Ama bunu
sözcüklerle anlatmanın imkanı yok. Bir saat kadar Noir desir dinlemek lazım.”
–sf 42
“ Seni başka türlü ummuştum” diyorsun. “ Nasıl?”
Belki de ben hariç herhangi biri gibi. Bu da benim hatam. İnsan içine hiç
çıkmayacaktım.”- sf 43
“ Sözcüklerle uğraşan bir evliya olamaz.” –sf 43
“ Arada birbirimizi kaybettiğimiz iyi oldu. Bir
şeyin kıymetini bilmenin en klasik yolu onu kaybetmektir” –sf 43
“ Barış Bıçakçı’nın en iyi kitabı, Aramızdaki en
kısa mesafe. Ama o bunun farkında değil.” –sf 43
“ Bir sıkıntıyı anlatmak istedim. Ama bir şeyi
başka bir şeye benzetmekten başka bir şey gelmedi elimden.Kaybettiği savaştan
sonra yakıp yıkarak geri çekilen ordular gibi. Mağlup olduğu nispette zalim. “
“ Trajik hatamız: Kendimizle ilgilenmeye alıştık,
başka bir şeyle ilgilenemiyoruz artık. Sen çocuk yap, kurtul istersen bu
dertten; bana da bir bira söyle giderken” –sf 43
“ Sonrası biraz bulanık… Başka bir şeyi ararken
bulunan bir şey gibi. Yarım kalmaya mecbur bir sevibç.Elimizde bir bilet
var,ama ne tam ne öğrenciyiz. Tanrım bu kare bulmacayı sen hazırlamışsındır
umarım. Çünkü çözemedikçe beni sinir eden şey onu en az benim kadar günahkar
birinin hazırladığını düşünmek” –sf 43
“ anlatıla anlatıla yalama olmuş hatıralar var çok
şükür,başka hatıraların arasına karışıp bambaşka hatıralara dönüşmüş hatıralar…
ve hiç yaşanmamış hatıralar var,bence en güzelleri. O zaman ellerini
ceplerinden çıkar,çünkü kahve söyledik” –sf 55
“ Romanları anlattılar,filmlerde öpüştüler.
Anneannemin fısıldadığı öyküler var, bir de durağına hiç uğramamış otobüsler.
Başkaları sevişirken gıcırdayan yatak yaylarına kulak kabarttın mı hiç?apartman
önlerinde çekirdek çitleyen çocuklara dikkat ettin mi?yüksek sesle konuşan
alçakları dinledin mi yeterince? O zaman çoraplarını çıkar,çünkü aynı saftayız”
–sf 55
“ Gitmek istemediğin şehirlerden geliyorum
geceleri. Rüyalarında kuruyan nehirlerden geliyorum.bir kaplumbağanın kalbiyle
geliyorum. Bir kaplumbağanın kalbini sökersen o kalp bir saat daha atar.bir
dere elli sene sonra taşar,bir telefon yüz yıl çalar. Ne öğrendik bu aşktan:
insan bir gün herkesi unutabilir. O zaman hayaletlere inan, çünkü onlar hep
dokunabilir.” –sf 55
“ Bütün sınıfın önünde yüzün kızardığında aldığın
dersi en süper okulları bitirdiğinde alamazsın. Sınıfın en tembeli bile olsan
orada idrak edilmesi güç bir sırra vakıf oluyorsun çünkü. Esaslı bir bok
yediğinde, çürükler ortaya çıktığında yani, bütün toplumun sana karşı nasıl tek
yumruk olduğunu orada öğreniyorsun” –sf 59
“ Gazetecilerin kafası genelde az çalışır. Çok
fazla bilgi akışı var çünkü; motor hararet yapıyor,sentez yeteneklerini
kaybediyorlar. Bu mesleki deformasyonlarına rağmen bütün basın mensuplarının
çözdüğü bir sır var. En sahici hikayenin en çürük hikaye olduğu sırrı. Çocuğunu
polise teslim eden ana baba haberinin neden rağbet gördüğünü çok iyi
biliyorlar. Karısını polise teslim eden koca haberi böyle rağbet görmez ama.
Kocasını ele veren kadın haberi de. Hırsızın karısıdır artık o yahut katilin
kocası. Doğal suç ortağıdır. O ittifakı hiçbir ihanet bozamaz, hiçbir devlet
bozamaz. Çünkü evliliğin temel prensibi bu, yardım ve yataklık etmek. “-sf 60
“ Belki de insanlar topluma karışmak için değil,topluma
karşı ,iki kişilik bir savunma hattı kurmak için evleniyorlardır. Belki de
çürümeyi paylaşmak için. Kim bilir?! Bir seferinde evlilik teklifi etmiştim,ama
başka bir soruyla karşılaşmıştım: “ Neden?” Beraber çürümek yalnız çürümekten
iyidir. Bunun içindi. Bunu söyledikten sonra kabul ettirmesi zor tabii”- sf 61
“ Tanrı zaten affeder, konsepti bu, bağışlayıcı
olmak. Ama en güçsüz olanın konsepti bu değil, onun elinde tek silah var
,affetmemek” –sf 64
“ Modern anlamda (eşitlik/özgürlik/kardeşlik)
adaleti ilk sağlayanlar Fransızlar. Bu yüzden Fransa’nın en büyük ihraç malı
can sıkıntısıdır” –sf 70
“ Her şeyi anlamak zorunda değiliz. Kaç yaşında
olduğunu anlamak için kesilir mi bir ağaç? Bir dalgıç nasıl siler gözyaşlarını?
Kederli günlerde bağlanmaya daha açık oluyor insan. Ama zaten her şey yolunda
giderken kim sevebilir? Bizi bir araya getiren sebepler ayıran sebeplerle aynı.
Ama şimdi bunlar biraz hüzünlü konular ,özet geçelim” – sf 72
“ Hayatımızı değiştirecek insanlar sessiz sedasız
geçtiler yanımızdan. Onları görmedik, yoktu kara atları. Ne öğrendik onca
bulmacadan: çinekop; lüfer balığının küçüğüdür. Resimdeki şarkıcıyı yolda
görmüştük bir seferinde; sıhhiye köprüsü altında, o mahşer yeri provasında. Çok
daha fazla şey öğrenmiştik”-sf 72
“ Bütün cepheleri boşlayıp son cephede insanüstü
bir performans göstermek: Türkiye’nin bir ruhu varsa son cephelerde
geziniyordur. Biz kaderci değiliz, keşke öyle olsaydık, daha beter bir şey var
bizde. Başımıza ne geleceğini bilip olası felaketlerden zevk almak. Canavarı
görünce uçuruma doğru koşuyoruz, korkudan değil. Canavarla dövüşmek için
sırtımızı uçuruma vermemiz lazım. Son dakikadaki kornere çıkıp karşı kalede gol
arayan kalecilere sorun, Türkiye’nin ruhunu onlar bilir” –sf 74
“ Türkiye yüz parçaya bölünse en son Kürtler
ayrılır. Çünkü kafalarında ayrılık fikri var. Ayrılık fikri, Kürtleri
Türkiye’ye bağlayan en önemli unsur. “ İntihar fikri olmasaydı canıma kıyardım”
diyen Cioran gibi. İnsan tepesi attığı zaman canına kıyma ihtimali olduğunu
bilmeli, bunu bilince yaşamaya devam etmek kolaylaşır. Kürtlerin de tepeleri
attığı zaman bu memleketten ayrılabilecekleri ihtimalini bilmeleri lazım. Bu
ihtimal ellerinden alınmaya çalışıldığı için kan gövdeyi götürdü ve götürecek.”
–sf 75
“ Kaleciye geri pasın serbest olduğu zamanlardan
biri maça gidiyoruz beraber. “ Gelme, uğursuzsun diyorum.” Gene de geliyor. Kaç
sefer yakaladım gol yediğimizde çaktırmadan sevindiğini. “ Takım tutmuyorum, “
diyor ama biliyorum kimle oynasak onları tutuyor. “ Felaketlerden zevk alan bir
mizacın mı var?” diye sormuştum bir seferinde. “Gerçeklere tahammül edebilecek
gücüm var” demişti. “-sf 79
“ Hiç kimse yalnızken tam anlamıyla sarhoş olamaz,
şahit gerekir sarhoşluk için” –sf 79
“ Seni sevmeyen birini sarhoşken arayamazsın. Seni
sevmeyen birini gece yarısından sonra arayamazsın. Seni sevmeyen birini öğleden
sonra bile arayamazsın. Belki akşam üstü mesaj çekersin “ –sf 79
“ Acılarımız da
birbirine benziyor artık. Birbirine benzeyen parmaklar gibi ama. Her
birinin eşsiz bir izi var. Bazen gözyaşlarım doluyor karanlıkta. Ama fısır
fısır konuşmaya başlıyor yine kulağımın dibinde, hiç susmuyor, ağlamama asla
müsaade etmiyor. “ Her şey affedildi” diyor. “ Hiç ayrılmayacağız” diyor. “
Keşke kadın olsaydın”” diyorum öyle konuştuğunu duyunca. “ Bu kış çok kar yağar
belki beraber kayboluruz,” diyor o da bana. Söylediği her şeye inanıyorum o
zaman. Gözlerimi kapatıyorum, her yer bembeyaz oluyor. Yine el ele tutuşuyoruz
iki çocuk gibi. Sessizce söz veriyoruz birbirimize. Sessizce verilen sözlere
kim inanmaz?” –sf 81
“ Çabalarının sonuç vermediğini gören umutsuz
insanların bakışlarıyla ancak o zaman buluşur bakışların. Bir yağmur
çaktırmadan dindiğinde. Bir gün çenesi ağzının içine kaçmış dişsiz
ihtiyarlardan birinin de sen olabileceğini bilirsin artık. Bir gece ansızın,
yapayalnız ölmekten korkarken, cesedimi komşular mı bulacak yoksa sayım memurlarımı
diye düşünürken anlarsın göğüs kafesinde her an biraz daha büyüyen kimsenin
kapatamayacağı o boşluğu. Bir kokuya sarılma isteğini. Bir ömür gibi geçmiş
zor, uzun günlerden sonra anlarsın ruhunu zehirleyen karmakarışık düşünceleri.
Büyük heyecanlardan sonra çöken bitkinlikler. Kimsenin bulutlara bakmadığı bir
şehirde bir lafı döndürüp dolaştırmadan anlatmanın imkansızlığını. Belki de
insanın ne anlatacağını bilemediğinde şair olduğunu anlarsın” –sf 87
“ Gözyaşların kurumadan gülmeye başlarsın o zaman.
Çünkü bilirsin ki seni artık kimse kandıramaz kolay kolay. Mutsuz insanları kandırmak zordur çünkü. Hayata her
zaman kuşkulu gözlerle bakan, mutsuz insanları kandırmak, herkes bilir bunu,çok
ayıptır çünkü.” –sf 87
“ Mutluluk bir vazgeçiştir ve çok ender rastlanan
bir ruh dinginliğidir”
“ Bir istek başka bir isteği doğuracaksa ve biz
sonunda hep mutsuz olacaksak neden hala istemeye devam ediyoruz? Bilinmiyor.
Geçen gece sokakta bekledim. Kar altında,kapalı kapılar önünde, saatlerce.
Köpekler geldi beni ısırdı. Neden? Bilinmiyor. Koltes bir oyununda “ hayır
diyen insan hala biraz mutludur “ diyordu. Ne demek istediğini yeni
anlıyorum.”-sf 99
“ Akşam bir koli rakı alıp eve gittim.Altı gün
boyunca içtim. Sonra sirke gitmeye karar verdim. Çünkü sirkte eğlenebilen biri
alkolik olamaz. İnsan bir sirkten ne bekler: rutinin bozulmasını. Ayıyla
güreşen adamı seyrederken beklediğim şey, ayının sinirlenip adama pençe
atmasıydı. Lobutları çeviren palyaço onları düşürsün istedim. Ateş yutan adam
yansın istedim.Sonuçta sirkte eğlenemedim.”-sf 100
“ Ertesi gün Atatürk Orman Çiftliği’ndeki hayvanat
bahçesini denedim. Yedi metrelik bir piton vardı; altı metrelik bir camekanın
arkasında duruyordu, bir metresi odanın diğer yanına kıvrılmıştı. Hiç
kıpırdamıyordu,kendisine bakan hiç kimseyi umursamıyordu. Başımı cama yaslayıp
bir karışlık mesafeden iki saat boyunca pitonun gözlerinin içine baktım ve
piton kazandı. Hiç kıpırdamadı..” –sf 101
“ Nefes’e gidip bir bira söyledim. O gece pitonu
rüyamda gördüm. Dev bir terazinin üstündeydik,bir yanda ben duruyordum, diğer
yanda o. Ağırlığımız eşitmiş gibi dengedeydik. Sonra günlerin
geçmesini,hatıraların yağmurda sızlayan eski kırıklara dönüşmesini bekledim.Ama
bazı hatıralar ölümcül oluyor. Sonuçta Truva atı da bir hatıraydı.”-sf 201
“ Bu gezegende,iki insanın birbirlerine duydukları
sevgi,bir terazide dengelenmiş midir hiç? Eşitlik fikrine en çok aşıkken
inanırız. Çünkü en çok o zaman ihtiyaç duyarız” –sf 101
“ Serin ve sakin bir sabah balkonda kahvaltı
ediyorduk. Saçların dağınık, gözlerin uykuluydu. Kalbimi kazanmak için hiçbir
şey yapmana gerek yoktu.” –sf 112
“ İnsanı delik deşik eden sessizlikler var, geceyi
bölen çığlıklardan daha beter. Ve sen o sessizlikte ne demek istediğimi
anladın, çünkü sen de çocukken bir kuş olmak istemiştin. Yakınmadan, ortalığı
ayağa kaldırmadan acı çekmeyi öğrenmek hayli zamanımı almıştı. Beni anladığında
o kadar şefkatle baktın ki, sanki gözlerinle saçlarımı okşadın, gözlerinle
ellerimi tuttun ve aynı gözlerle ‘kahvaltına devam edebilirsin,’ dedin. “ sf-
113
“ Ölülerin üstüne basarak yürümekten yorulmuşsan
bir balık olduğunu da düşünebilirsin” –sf 113
“ Gözlerini saate diktiğinde, saniye çubuğunu değil
de akreple yelkovanın ilerleyişini izliyorsan hayallerin boka batmış demektir.
Bu da aslında göründüğü kadar kötü bir şey değildir. “ –sf 114
“ Beni al, zamanın dışına götür. Biraz sarıl, biraz
koru, biraz öp; sonra yine sokağa bırak. Elimden tut, var olmayan şeylere ekle,
zihnimin bataklığından kurtar. Beni al, tanrı’nın huzuruna çıkar. Ben de ona
dyeyim ki “ tanrım. Beni olduğum gibi kabul edebilecek bir tanrıya her zaman
inanabilirim” sf-115
“ Bazen konuşurken birbirimize dokunuyormuşuz gibi
hissediyorum demişti bir ara. “ Sanki konuşmuyoruz da sarılıyoruz” –sf 119
“ İlk başta tam olarak hissedemediğimiz kırılma
anları var. Zamanla harap edici duygulara dönüşüyorlar. Yaralanmanın
sıcaklığıyla ilk anda hissedilmeyen kurşunlar gibi. Böyle durumlarda “ biraz
zaman” her şeyi daha da beter ediyor. Bizi yere seren büyük sorunlar olmuyor
hiçbir zaman. Bizi yere seren evdeki şekerin bitmesi oluyor, kaybolmuş bir
kitap oluyor, kesilen elektrik oluyor. İkimiz de yere serilmiştik o gece. Öyle
bir kafaydı işte. “ –sf 119
“ Aslında o kadar da önemli biri olmadığımızı
anladığımızda neden üzülüyoruz ki” diye sormuştu o gece. Bunun temel bir
aydınlanma anı olması gerekmez mi? Hepimizi önemli insanlar olduğumuza
inandırdılar. Sonra da çekip gittiler “ –sf 119
“ Ne zaman bir ölüm haberi alsam, ne zaman kendimi
bok gibi hissetsem, ne zaman bir şeyleri düzelmeye çalışırken daha beter etsem
aklıma o ağaç geliyor. İyi çalım atan bütün çocuklar için, çirkin ve temiz
kalpli bütün kızlar için bir gün o ağacı indireceğiz” –sf 122
“ Ayşenur’un ablası ilgisizlikten öldü. Otuz altı
yaşında. Bir sefer mutfakta tencere tava arasında ağlarken görmüştüm onu.
Alakasız yerlerde ıstırap çekmek ıstırabı ikiye katlar. Bir mezar başında
ağlamak daha maküldür, kimse neden diye sormaz. Piknikte çekilmiş bir fotoğrafı
kaldı, kalmasa daha iyiymiş, yapıştırılmış gibi duruyor, sanki yok.” –sf 124
“ İşler yolunda gitmiyor mazi denilen şey bir
enkazdır ve hatıraların da son kullanma tarihleri vardır. Küflenirler,
kokuşurlar, bozulurlar. “-sf 124
“ İşler yolunda gitmiyorsa hiçbir yere de
gidemezsin. Ardında bırakacak bir şey yokken kim gidebilir? Hiçbir yere doğru
uzun bir yürüyüş bunu kim göze alabilir? “ –sf 124
“ Hiç kimse bıçakla kesilmiş gibi terk edemez bu
dünyayı. Bir insanın tam manasıyla ölmesi için onu hatırlayan hiç kimsenin
kalmaması gerekir. Memlekette milyonlarda ölü yaşıyor bu hesapla bakarsak.
Kimsenin siklemediği insanlar… Ateşböcekleri gibi, görünmek için karanlığa
muhtaçlar. Belki bir gece nezarethaneleri andıran demir parmaklıklı zemin
katlardan çıkarlar ve ışıltılı bir mezarlık mahallesi kurarlar. Sonra da
silahlanıp gelirler, ortalığın anasını sikerler. Herkesi öldürürler. Herkes
öldüğü için de herkes unutulmuş olur. Böylece eşitlik sağlanmış olur. Bir tanrı
varsa eğer o gece kendini de bağışlamak zorunda kalır” –sf 125
“ Taksitlerin bittiği ay deprem oldu, ev yıkıldı.
Tek yumrukla nakavt. Her zaman böyle olur. Mutlu olmak için bir sürü faktörün
bir araya gelmesi gerekir. Mutsuzluk için tek neden yeter.” Sf- 132
“ Kız arkadaşın var mı diye sordu
-Bazen
-O nasıl oluyor
-Sadece sarhoşken gidiyorum. Bazen içeri alıyor, bazen
almıyor. Hiçbir şey içmiyor ama kafası benden güzel. Komşulara kuzen numarası
yapıyoruz. Karışık bir durum
-Onu elinde tutmak istiyor musun
-Bazen
-O zaman onu sürekli suçla dedi.” Bazen suçlama
sürekli suçla. Suçsuzluğunu kanıtlayamadığı sürece sana kötü davranamaz
-Niye öyle yaptın ki?
-Çünkü biz kadınlar doğuştan suçlu olduğumuza
inanırız “ sf- 135
“ Ne iş
yapıyorsun diye sordu
-Ansiklopedi
işindeyim
-Ansiklopedi mi
pazarlıyorsun?
-Hayır, yazıyorum
-Ne ansiklopedisi
-Hisler
ansiklopedisi. İnsan duygularını sınıflandırıyorum. Biraz saçma gözükebilir ama
gerçek. Üçüncü cilde geldim. Üçüncü defter yani.
-A’DAN Z’ye mi
gidiyorsun?
-Hayır, en hafif
duygulardan başladım en çok yaralayanlara doğru gidiyorum. “ sf- 135
“ İnsan
kendi felaketini seçemez. Kendi felaketine aktif katılım içinde olabilir ama
yine de onu seçemez. Yıkılmak için dizilen domino taşları gibiyiz. Biri gelir
sana çarpar, seni yıkar ama onu da başka biri yıkmıştır. Biraz tepeden,
soğukkanlı bir zaviyeden bakınca göze hoş gelen bir görüntü aslında. Kendi
felaketinden bile zevk alabilirsin böylece.
O felakette seni diğer insanlara
bağlayan şeyi görürsün çünkü. Bu durumda herkes suçlu olduğuna göre hiç
kimsenin suçlu olamayacağını anlarsın. Herkes birbirini yıkar. İnsana kim
vurduya gitmek yakışır.
-İnsan
iradesini hiçe sayıyorsun o zaman?
-Hayır.
İnsan iradesine hayranım. İradeli insan yirmi sene çalışıp bir ev alır ve sonra
o evin yirmi saniyede yıkıldığını görür. Her şeyini kaybetmiştir ama pes etmez,
yirmi yılının boşa geçtiğini anlamıştır ama bunu kimseye çaktırmaz. Sonra
cebinde taksi parası bile kalmadığından bir bayram arifesinde otogara valiz
taşımak zorunda kalıp kalp krizi geçirir. Hastaneye götürürler ama hastanede yeterli
teçhizat yoktur. İradeli insanı bir ambülansa koyup başka bir hastaneye
gönderirler. Ama başka iradeli orospu çocuğu insanlar ambulansa yol vermezler
ve o iradeli insan hastaneye varamadan trafikte ölür. Ambulansın sirenleri
iradeli insan ölmemiş gibi çalmaya devam eder bir süre daha. Sirenler çalarken
iradeli insanın kafasından geçen son düşüncede “ Ben nerede yanlış yaptım”
olur. İşte sana babamın ve insan iradesinin hikayesi “ – sf 137
“ O yaz başka altılı tutturamadık ama o akşam rakı
içtik, kadınlar gülle atma şampiyonasını seyrettik,ölülerden konuştuk. Rakı
içince ölülerden konuşmak icap eder. Belki rakı içerken araya giren
sessizlikler daha uzun olduğu için, o sessizlikler ortama ruhani bir hava
kattığı için.” –sf 140
“ Bazı insanlar sadece iyi bir başlangıç yapmasını
bilirler, sıkılırlar,sürdüremezler.” –sf 141
“ Benim
Çehov’dan ve o yazdan öğrendiğim şey şu; Fırsatı varken ağlamalı insan.
Ele güne sergilenmeyecek duyguları olduğunu düşünmemeli. Sadece gözüne sabun
kaçmış çocuklara bırakmamalı bu işi. Derdini anlatabilecek kadar ağlayabilmeli
en azından. Ve önündeki yol yürüyebileceğinden uzun olsa da yürümeli o yolu,
yürüyebildiği yere kadar. Sonunda perişan olacağını bilse de, zihni
karmakarışık ve kalabalıkken kendisi yapayalnız kalacağını bilse de yürümeli.
Ne zaman başladığını fark etmediğimiz yağmurun ne zaman bittiğini de
anlayamamıştık o yaz. 2009 yazı geri gelmeyecek. Geri gelmeyecek diğer yazlar
gibi” –sf 143
“ Katil balinalar denizlerde yaşar. Karaya gelip
seni öldüremezler asla. “ –sf 147
-Galip ben aşık oldum kardeşim dedi
-Farkındayım
dedim
-İlk defa
aşık oldum
-Onu da
biliyorum
-Ne
yapacağım
-Hiçbir şey
dedim. Oturup çorbanı içeceksin
-Hayır
dedi. Nuran hemşire için ne yapabilirim
-Hiçbir şey
yapamazsın. Belki şarkı sözlerine biraz daha dikkat edebilirsin bu aralar” –sf
155
“ Ertesi akşam kayalıkların orada oturuyorduk yine.
Galip ‘ Nuran Hemşire için ne yapabilirim’ diye sorup durmaya devam ediyordu.
Ben de önce duymuyormuş gibi yapıyor sonra elinden bir şey gelmeyeceğini
anlatmaya çalışıyordum. En sonunda kayalıkların dibine işerken dayanamadım” Yapabileceğim tek şey var Galip” diye seslendim. ‘ O da oturup
sessizce acı çekmek, bütün gerçek aşıklar gibi.” –sf 155
“ Şu üstünde tepinip durduğumuz dünyada bir avuç
anlayışlı insan kaldı, her şeye çocukça inanmaya hazır bir avuç dürüst insan, o
insanları da kandırmanın, kendimize benzetmenin yollarını arıyoruz. Kanayan
kolmuş, arkadaş hatrıymış, ne fark eder ki? Amına koyayım böyle işin. Numunelik
o insanlar, milyonda birler belki..” –sf 156
“ Herkes güzel bir hikayenin konusu olabilir
demişti bir seferinde dedem. “ Ama bu mutlu olacağı anlamına gelmez. Akşam
üstleri, yerel gazetenin baskısını bitirince matbaanın önüne sandalyeleri atar
otururduk. Dedem Matbaacıydı ama
davetiye falan filan basmazdı. Ona göre ciddi bir matbaa ya kitap basmalıydı ya
da gazete. Ofset baskı gelip yerel gazeteler bizi bıraktığında bile davetiye
basmaya yanaşmadı. Amatör şairlerin kitaplarını ve seçim barajını geçemeyen
küçük partilerin broşürlerini bastı sadece. İşte o akşamüstü, bunu söyledikten
sonra şapkasını çıkarıp gözlerimin içine bakmıştı, “ Sana yalan söyleyemem
evlat,” diye devam etmişti. “ Gerçek şu; Hikayeleri güzelleştikçe insanlar
mutsuz olurlar.” – sf 157
“ Sanırım doktor kendini boşlukta hissediyor galip
diye fısıldadım. Galip başını öne arkaya sallıyordu, umurunda değildi olup
bitenler. Acil servise değil de bir tımarhaneye gelmişim gibi hissediyordum
kendimi. Doktor beş dakika sonra bana dönüp Galip’e fısıldadıklarımı
duymuşçasına, “ Hayır” dedi. “ Boşlukta değilim. Boşluğun kendisiyim. Sonradan
oluşmadı bu, böyle şeyler sonradan oluşmaz. Kendimi bildim bileli vardı o
boşluk. Zamanla büyüdü ve beni kendine benzetti. Huzurlu bir adam olmak
istiyordum oysa. Sakin ve güçlü bir adam. Kendi kendine yeten bir adam. Tek
istediğim buydu “ –sf 158
“Bir hafta boyunca Galip’in ağzından “ beni anlat”
dışında bir cümle çıkmadı. En sonunda bir gece dayanamadım, “ Tamam Galip “
dedim. Yarın akşam acil servise gidip Nuran Hemşire’ye seni anlatacağım. “ Çocuk
gibi sevindi, kalkıp zeybek oynamaya başladı.
-Galip biz Egeli değiliz
-Olsun seviyorum bu havayı
-Ertesi gün sürekli telefon açtı
-Annemin öldüğünü anlatma, onun etkisi altında
olduğum için kendisini sevdiğimi düşünmesin
-Tamam Galip
-Karanlıkta uyuyamadığım için gece lambasını açık
bıraktığımı anlatma, beni ottan boktan korkan biri zannetmesin
-Tamam
galip
-İlk defa aşık olduğumu anlatma, beni bu konularda
tecrübesiz biri zannetmesin
-Tamam Galip
-Geçen sene el frenini çekmeyi unutup Kartal’ı
boklu dereye yuvarladığımızı anlatma. Malının kıymetini bilmeyen biri olduğumu
düşünmesin
-Tamam Galip
-Babamın orospu çocuğu olduğunu anlatma. Onu bizzat
ben anlatmak istiyorum
-Tamam Galip “- sf 160
“Nuran Hemşire’ye “ Galip korkulacak biri değildir”
diyebildim en sonunda. İçtiğimiz çaylar
bitmişti, kafeterya sahibi bile sessizliğimizden sıkılıp sigara içmeye
çıkmıştı, birinin bir şeyler söylemesi gerekiyordu, “ Sadece yaptığı şeylerin
insanları üzerindeki etkisini anlayabilme yeteneğinden yoksun” diye devam ettim
-Kendini
niye kesiyor
-Kendini kesmiyor aslında,kendini anlatmaya çalışıyor
-Nasıl
-Herkes
kendini anlatmak zorundadır Nuran Hemşire. Ama çoğu insan doğru sözcükleri
bulamaz. Bulanlarsa o sözcükleri bulduklarını zannederler ama derinlerde bir
yerde hep tereddüt içindedirler, asla emin olamazlar. Çünkü her zaman
sözcüklerden daha fazla bir şey vardır. Bir şarkıyı sanki yeryüzünde dinlenecek
başka bir şarkı yokmuş gibi, yüz sefer arka arkaya dinlediğin oldu mu hiç?
-Oldu dedi
-Anlatamadığın
şeyi o şarkıda bulduğun içindi işte o dedim. Bizde Galip’le öyle yaparız hep,
bir şarkıya takılır, bütün gece büyülenmiş gibi dinleriz. Ama sonra bir gece
şarkılar da biter. Şarkılarla birlikte bizi o vakte kadar büyüleyen diğer şeyler
de biter. Söylenmiş ve söylenmemiş her şey biter. Bütün bunlardan geriye ise
biten her şeyin çınladığı bir sessizlik kalır. Ama sonra o çınlama da biter. Ve
insan orada kendi tükenişini görür. Ölmekten daha beter bir şeydir bu. Çünkü
insan orada, daha ölmeden ölüme yenilmiş olur. O zaman ben bir sigara yakıp
dedemden yadigar şapkamı çıkarırım. Galip de seni düşünüp kendini keser. Çünkü
o bir terminatör değil, onun da damalarında kan akıyor. Herkes gibi. Belki de
anlatmak istediği şey sadece budur. Ben de herkes gibiyim demek istiyordur” –sf
163
“ Birbirine yalan söyleyemeyecek kadar eski
arkadaşlarız Galip dedim. “ İnsan babasını seçemez. İnsan ailesini seçemez.
İnsan onlar yüzünden çekeceği acıları da seçemez. Aslında insan hiçbir şeyi
seçemez ama seçemedikleri arasında en çok bunlar üzer onu. O yüzden en iyisi
unutmak ve çekip gitmektir.” – sf 168
“ Doğru zamanlarda sorulmuş doğru sorular vardır.
Ve onların düzenleniş biçimi falan vardır. O insanı gerçekten tanırsın” – sf
168
“ -Madem
teyzemi sikecektin annemle niye evlendin orospu çocuğu! Teyzemle evlenip annemi
sikseydin ya ! --Ben de hiç olmasaydım bu hikayede olmaz mıydı?
-Sustalısını
çekip apartmana yürüdü” Öldüreceğim onu” diye bağırmaya başladı. Önüne geçip
apartmandan ---içeri girmesini engelledim, “ Galip o bıçağı bırak dedim”
-Niye
-Bırak o
bıçağı
-Niye
-Çünkü
insan babasını öldüremez dedim. Benim babam yok lan! Matbaanın önüne gazete
balyası taşırken kalpten gitmiş. Ben üç yaşındaymışım o zaman. Ne yüzünü
hatırlıyorum, ne sesini. Ondan kalan tek hatıra yok. Şu halime bir bak ,
dedemin şapkasıyla gazıyorum hala , kırk sene önce bile demodeydi bu şapka
Farkında
olmadan bir iki damla yaş gelmişti gözümden. Arkamı dönüp elimle yanağımda
yaşları sildim. Ona tekrar bakmadan önce gülümseyemeye çalıştım” Galip bana
bunu da yaptın lan” dedim
-Özür
dilerim kardeşim dedim
Kapat şu
bıçağı da gidelim o zaman dedim. Dört yolun köşedeki açık tekele uğrarız.
Tuborg’la leblebi alırız. Sonra da Kartal’ı çekeriz mendireğin karşısına, gün
ağarana kadar aynı şarkıyı dinleriz. Bu geceyi de anlatırız bir şekilde. Bu
geceyi atlatalım yeter Galip. Günler bizi yıkamaz. Yıksa bugüne kadar yıkardı
çoktan” – sf 160
“ Astsubay silahın emniyetini açtı, “ Bıçağı bırak
yoksa vururum” dedi. Galip yine kendini kesmeye başladı, bir yandan da “ Vur,
hadi vur” diye bağırıyordu. Astsubay tekrar, “ O bıçağı bırak” dedi. Şakası
yoktu. Araya girdim” Galip o bıçağı bana sapla istersen ama kendini kesme artık
“ dedim. “ Kendini keseceksen de ağlarken yapma bari bunu. Yapma lan bunu! Bu
alçakların önünde ağlama. Kanın gülerken aksın.” – sf 170
“ Ertesi gün ikindi vakti bıraktılar bizi. Uzun
süre görüşmedik. Galip ortalıktan kayboldu. İşin mahkeme faslını Galip’in
babası halletti. Hakim para cezasına çevirmişti hadiseyi, onu da beş yıl
ertelemişti. “ Galip’in babası, hakime ceylankent’ten yazlık almış”
dediler.Adliye’nin bütün bilgisayarlarını yenilemiş dediler. Daha bir sürü şey
dediler ama ne kadarı doğru ne kadarı dedikodu bilmiyorum. Birkaç sene sonra
Galip’in babasının öldüğünü , Galip’in de işhanındaki dükkanları satıp sağda
solda yediğini duydum. Ben de kayboldum ortalıktan. O şehir senin bu şehir
benim gezdim senelerce. Israrla çalan ama hiç kimsenin bakmadığı bir telefon
gibiydim. Komilik, garsonluk falan yaptım otellerde. Böyle işleri doğduğu
şehirde yapmak istemiyor insan. Ama bir gün oraya geri dönmesi gerektiğini de
biliyor. Sürekli erteledim bu dönüşü. Doğduğum şehre ya bir kral olarak dönmek
istiyordum ya da hiçbir şey olarak. Ve o yıllar boyunca hayata ancak yazarak
katlanabileceğimi düşünüyordum. “ – sf 171
“ Hikaye yazdığıma inanan tek kişi oydu. Onun
dışındaki herkes , müdürün muhbir yeğeni olduğumu düşünüyordu. Kalemi elime
aldığımda ben bile muhbir gibi
hissetmeye başlamıştım kendimi. O otelden ayrılıp başka bir otele geçtim ama
yazmayı bırakmadım. Yazarak ayakta kalacaktım, yüklerimi atıp hafifletecektim,
dertlerimden kurtulacaktım. “ Beni edebiyat kurtaracak” diye fısıldayıp
duruyordum çatal bıçak silerken, boşları toparlarken yahut dolu tepsileri
taşırken. Şimdi geriye dönüp bakıyorum da manzaraya: “ Evet beni ayakta tuttu yazmak.
Ama o kadar. Ne bir yükümü atabildim ne bir derdimden kurtulabildim. Kendimi
daha fazla üzmekten başka bir işe yaramadı yazmak” – sf 173
“ Seneler geçtikçe garsonluktan gına geldi. Doğru
düzgün para da kazanamıyordum zaten, otelcilik faslını bıraktım. Doğduğum şehre
hiçbir şey olarak döndüm ve hiçbir şeyin değişmediğini gördüm. Daha otobüsten
inmeden anlamıştım bunu, otogardaki piyangocuyu , senelerdir aynı yerde duran
tezgahının başında , vidalanmış gibi otururken görünce. Valizimi önüne koyup
bir çeyrek bilet çektim, para üstünü alırken yüzüne dikkatle baktım, küçük bir
değişiklik bir yaşlanma belirtisi aradım, o bile yoktu.” – sf 173