
Bazı romanlar edebiyat dünyasında ciddi anlamda çığır açmışlardır. Bu romanlar belli dönem sonra popülerliğe uğramış olsalar da değerini kaybetmemiştir.Bu her ne kadar bilinen bir şey olsa da; bir roman var ki bir dönemin içini cız ettiren, lezzetli dili,süslü anlatımdan uzak,sadeliğiyle, tasvirleriyle de Cumhuriyet dönemimize dil zenginliğiyle vurgu yapmıştır. Sabahattin Ali ismi üzerinde durmak gerekirse; Sabahattin Ali yazı yazmaya başlangıçta şiir yazarak başlamış daha sonrasında öyküler yazmaya başlamıştır. Aynı zamanda Sabahattin Ali faili cinayetlerden birine kurban gitmiş, devrin yöneticilerini eleştiren şiiri nedeniyse hapis yatmıştır. Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan , Değirmen, Kürk Mantolu Madonna başlıca eserleri ama en çok bilineni ''Kürk Mantolu Madonna''
" Kürk Mantolu Madonna" Füsun Akatlı'nın önsözünden şu bilgilerle açılıyor
" Roman, İkinci Dünya Savaşı'nı önceleyen yıllarda yaşanmış tutkulu ve marazi bir aşkı eksen almakta, atmosferi ve yarattığı etki ile ondokuzuncu yüzyıl Rus anlatı edebiyatının özellikle de Dostoyevski ve Gogol'un- çağrışımlarını taşımaktadır. Yazarın Berlin’de geçirdiği iki yıllık (1928-1930) öğrencilik döneminin esinlenmiş olabileceği bu uzun öykünün ilk çeyreğinde, yeni bir işe giren bir küçük memurun; kendini, memuriyet yaşamının küçük ve dar dünyasını ve karşılaştığı hiç de ilginç biri gibi görünmeyen bir başka küçük memuru- Raif efendiyi tanıttığı neredeyse bütünden bağımsız gibi görünen bölüm yer almakta."
Kürk Mantolu Madonna'ın şüphesiz kahramanı Raif Bey. Raif Beyle romanın başlarından itibaren anlatıcının gözünden anlatılarak tanışıyoruz. "Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır" diye tanıtılıyor Raif Bey okuyucuya. Kitabın ilk bölümü Raif'in gençliğini, evliliğini, ve duygularını anlatıyor. Raif Bey'in kendi memuriyet yaşamındaki küçük ve dar dünyasıyla tanışıyoruz. Kitabın ilk bölümünden itibaren anlatıcının sanki kendisini anlatır gibi konuşması kaçınılmaz oluyor,çünkü bu anlatıda anlattığı karakter Raif Bey olsa da, dikkatli okunmaması takdirde bunun anlatıcı olabileceği izlenimine kapılmanız da kaçınılmaz olur. Raif Bey ilk bakışta çok sıradan, işi ve evi arasında dönüp duran bir hayata sahip. Raif Bey, neredeyse hiç konuşmayan ve sessiz biri. Anlatıcı tarafından anlatılan Raif Bey'in mütercim olduğunu da daha sonraları Raif Bey'in çalıştığı yere gittiğinde anlamış oluyoruz. Anlatıcı diye bahsedilen Hamdi karakteri bize Raif Bey'i daha sonralarında bize "Günlerce aynı odada karşı karşıya oturduğumuz halde hemen hemen hiçbir şey konuşmadık" sözleriyle anlatıyor. Raif Bey'in psikolojisini bu bölümlerde analiz ederken roman, Raif Efendi'yi " Şirkette hiç kimse onun bir ecnebi dili bileceğine ihtimal vermiyordu. Belki de hakları vardı,çünkü hal ve tavrında hiç de lisan bilen bir insan kılığı yoktu" cümlesiyle anlatıyordu.
Bu hadise Raif Bey'in kapanık dünyasıydı. Raif Bey susmanın korkutucu yanını okuyucuya anlatıyordu.. Raif Bey'in bu defterin yakılmasını istemesine rağmen ondan okumak için izin almayı başarıyor. Burada defterin yakılmamasını isteyen karakter Maria Puder değil. Buraya kadar Maria Puder romanda ortaya çıkmıyor. Kitap mektuptan önce ve mektuptan sonra diye ayrılabilir. Mektupta Raif efendi kendi yaşamından, babasının sabunculuk öğrenmesini istemesinden, okuduğu roman karakterlerindeki kişilere bulmaya çıkmasından bahsediyordu. Kısacası Köy hayatından tut Avrupa'daki yaşamına kadar her konuya değiniyor kitap.
" Yaşamak, tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek yaşamak; herkesten daha çok, daha kuvvetli yaşadığını, bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak. ve bilhassa bütün bunları anlatacak bir insanın mevcut olduğunu düşünerek, onu bekleyerek yaşamak.
Her şey bir resim sergisinde Raif Efendi'nin Kürk Mantolu bir kadın portresini görmesiyle başlıyor. Bu noktadan sonra Sabahattin Ali okuyucuyu hüznün derinliklerine yolluyor. Kitabın önsözünde kitabın ikinci bölümünü Füsun Akatlı şöyle anlatıyor;
Raif Bey'in" Kürk Mantolu Kadın" portresiyle başlayan bölüm Raif Bey'in gençlik dönemlerini anlatıyor bize. Raif Bey'in yaşadığı sıkıntıları, pansiyonda kaldığı zamanları, lisan öğrenmesiyle başlayan süreci ve şehri yeni yeni tanımasını anlatıyor. Kürk Mantolu portreyi gördükten sonra Raif Efendi'deki değişimi görüyoruz. Raif Efendi sonunda okuduğu romanlardan birini kendine yakın hissetmişti. Kitabın bu bölümü Sabahattin Ali'nin tasvirleriyle muhteşemliğe ulaşıyor.
Her gün gelip onu görüyor ama sergiye gelenler kendisine tuhaf gözle bakılıyor Raif Bey'e . Raif Bey'in iç dünyası karmakarışık. Günlerin birinde kendisini bir kadını tuhaf bakışlarla süzüyor.İlk başta hep baktığı kadın'ın soran bir kadına annesi olduğunu söylüyor, ama bu kadın'ın Kürk Mantolu Madonna olduğunu bilmiyor. Bir süre sonra bunu öğreniyor. Bazı durumda sarhoşken Maria Puder tarafından görülüyor, bir süre sonra Maria Puder'in başka bir yerde çalıştığını ve çalıştığı yerde erkeklerle beraber dans ettiğini öptüğünü düşünüyor Raif Bey. Çalıştığı yerde birinin Maria Puder'i sırtından öptüğünü görünce "Onu demin zannettiğim gibi erkeklerle beraber sarhoş olup içer, dans eder ve öpüşürken görsem daha iyiydi" diyerek düşüncesini dile getiriyor. Raif Bey'in karşısındaki yalnız ve güçlü bir kadın, aynı zamanda erkek düşmanı olduğunu şu sözlerle dile getiriyor Maria Puder.
" Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için"Sabahattin Ali , Kürk Mantolu Madonna'yı tasvir edişiyle birlikte etkilenmemek mümkün değil.. Maria Puder ile ahbaplıkla başlayan serüveni Raif Bey'in yıkıma kadar gidiyor. Raif Bey, Kürk Mantolu Madonna'daki kayıtsız kalamamasını, hayatındaki anlamını şu sözlerle anlatıyor;
"Artık Maria Puder , yaşamak için kendisine kayıtsız muhtaç olduğum bir insandı. Bu his ilk anlarda bana da garip geliyordu. Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi? Fakat bu hep böyle değil midir? Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz? Ben de o zamana kadar ki hayatımın boşluğunu,gayesizliğini sırf böyle bir insandan mahrum oluşumda bulmaya başlamıştım. İnsanlardan kaçışım ,içimden geçenlerin en küçük bir parçasını bile etrafıma sezdirmekten çekinişim bana sebepsiz ve manasız göründü. Zaman zaman beni saran hüzünlerin, hayat bıkkınlığının bir ruhi hastalık alameti olmasından korkardım. Bir kitabı okurken geçen iki saatin ömrümün birçok senelerinden daha dolu,daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım. Halbuki şimdi her şey değişmişti. Bu kadının resmini gördüğüm andan beri geçen birkaç hafta içinde, ömrümün bütün senelerinden daha çok yaşadığımı hissediyordum. Her günüm, Her saatim, uyuduğum zamanlar bile dopdoluydu. Bana sadece yorgunluk veren uzuvlarımın değil , ruhumun da yaşamaya başladığını, içimde, haberim olmadan bekleşen üstü örtülü derin tarafların da birdenbire meydana çıkarak bana fevkalade cazip, kıymetli manzaralar art ettiklerini görüyordum. Maria Puder bana bir ruhum olduğunu öğretmişti ve şimdiye kadar rastladığım insanlar arasında ilk defa olarak bir ruhu bulunduğunu tespit ediyordum"
Raif Bey, Maria Puder'i her haliyle kabul ediyor, o'nun her şeyine katlanıyor. Raif Bey'deki durum saplantılı bir aşktan ibaret. Maria Puder, Raif Bey'in yanında sarhoş oluyor, ama dünya umrunda olmuyor ,ağzına geleni söylüyor. Kürk Mantolu Madonna'nın sarhoş, Raif Bey'in huzura erdiği bir gece yaşanmıştı aralarında. O huzurlu geceden geriye Raif Bey'in kırık dökük hatıraları kalmıştı. Sabahattin Ali, açık sözlü bir kadın portresi çiziyor okuyucunun gözünde, o kadın her şeye ulaşmasını isteyen ve bir defa inancı kırılmış güçlü ve yalnız bir kadın.. Bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz o sözler Raif Bey'in ağzından şöyle dökülüyordu
"bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey."
"Kadın, sevebileceği zaman sevmiyor, ancak tatmin edilmeyen arzulara üzülüyor, kırılan benliğini tamir etmek istiyor,kaybedilen fırsatlara yanıyor ve bunlar ona aşk çehresi altında görünüyordu."
" Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum! bu eksik sana değil, bana ait. Bende inanmak noksanmış... Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum. Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar... Ama şimdi inanıyorum...sen beni inandırdın...seni seviyorum..."
" Zaten kadınlar pek acayip mahluklardı. bütün hatıralarımı toplayarak bir hüküm vermek istediğim zaman, kadınların hiçbir zaman sahiden sevemeyecekleri neticesine varıyordum. kadın sevebileceği zaman sevmiyor, ancak tatmin edilmeyen arzulara üzülüyor, kırılgan benliğini tamir etmek istiyor, kaybedilen fırsatlara yanıyor ve bunlar ona aşk çehresi altında görünüyordu.''
Sonuç olarak; Roman sevmeyenlerin bile sevebileceği, klişe bir tabirle acı , hüzün içinde bir çok şeyi barındıran, Kadınların kendini Kürk mantolu yerine koyabileceği,erkeklerin ise kendini Raif yerine koyduğu bir kitap " Kürk Mantolu Madonna" Sabahattin Ali, zengin bir duyguyla ve dünya tasviriyle bu romanında bizi hüznün merkezine yerleştiriyor, hüznün merkezinde yerleştirdiğinde darmadağın oluyoruz.
Nihilist bir yaşamın kucaklarına atıyor bizi" Kürk Mantolu Madonna" bunu yaparken acımasızlık yapıyor, çünkü bir yerlerinizin acımasını istiyor, acı çekin istiyor. Dilin sadeliği, akıcılığıyla etkilemeyi fazlasıyla başarıyor ve sonrasında kendinizi yıkık bir dünyaya gelmiş gibi hissediyorsunuz.
" Artık Maria Puder , yaşamak için kendisine kayıtsız muhtaç olduğum bir insandı. Bu his ilk anlarda bana da garip geliyordu. Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi? Fakat bu hep böyle değil midir? Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz? "
" Belki de gençliğimin tahammülsüzlükle ,Raif Efendinin bu adeta korkunç sessizliğine kızıyordum.Şirkette olsun,evde olsun, kendisine ruhen tamamen yabancı insanların onu adamdan saymamalarını hoş görmekle kalmıyor, bunda adeta bir nevi isabet de buluyordu. Gerçi etrafları tarafından anlaşılmayan, haklarında daima yanlış hükümler verilen insanların zamanla bu yalnızlıklarından bir gurur ve acı bir zevk duymaya başladıklarını biliyordum, fakar hiçbir zaman etrafın bu hareketini haklı bulacaklarını tasvir etmiyordum"
" Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi. ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bir ruh ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize,bizim aklımıza hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu. Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya,-ruhumuzla yaşamaya başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler,hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbirleriyle kucaklaşmak için her şeyi çiğneyerek ,birbirine koşuyordu. "
" Bütün çekingenliklerim yok olmuştu. Bu kadının karşısında her şeyimi ortaya dökmek ,bütün iyi ve fena ,kuvvetli ve zayıf taraflarımla, en küçük bir noktayı bile saklamadan, çırçıplak ruhumu onun önüne sermek için sabırsızlanıyordum. Ona söyleyecek ne kadar çok şeylerim vardı. Bunların, bütün ömrümce konuşssam bitmeyeceğini sanıyordum. Çünkü bütün ömrümce susmuş, zihnimden geçen her şey için ' Adam sen de söyleyip de ne olacak sanki? ' demiştim. Eskiden her insan hakkında , hiçbir esasa dayanmadan, sırf mukavemet edilmez bir hissin, bir peşin hükmün tesiriyle nasıl: 'Bu beni anlamaz' demişssem, bu sefer bu kadın için, gene hiçbir esasa dayanmadan, fakat o yanılmaz ilk hisse tabi olarak: ' İşte bu beni anlar diyordum. "
“ Ben onlar için hiçbir şey değilim… Hiçbir şey değildim. Senelerden beri aynı evde beraber yaşadık. Bu adam kimdir diye merak etmediler.. Şimdi çekilip gideceğimden korkuyorlar…”
“ Yalnız bir şeye dayanmak artık benim için mümkün değil: Her şeyi kafamda yalnız başıma saklayamayacağım. Söylemek bir şeyler, birçok şeyler anlatmak istiyorum. Kime?Şu koskocaman dünyada benim kadar yapayalnız dolaşan bir insan daha var mı acaba? Kime, ne anlatabilirim? On seneden beri hiç kimseye bir şey söylediğimi hatırlamıyorum. Boşuna yere herkesten kaçmış, boş yere bütün insanları kendimden uzaklaştırmışım; ama bundan sonra başka türlü yapabilir miyim? Artık hiçbir şeyin değişmesine imkan yok. Lüzum da yok. Demek böyle olması icap ediyormuş. Yalnız söyleyebilsem… Bir kişiye olsun içimdekileri dökebilsem. Bunu sahiden istesem bile artık böyle insan bulmama imkan yok. Bende arayacak hal kalmadı. Kalsa da aramam. Zaten bu defteri neden aldım? Küçük bir ümidim olsa , dünyada en sevmediğim bu yazmak işine kalkışır mıydım? İnsanın muhakkak kendini boşaltması lazım.. Dünkü hadise olmasaydı. Ah, dün her şeyi öğrenmiş olmasaydım. Şimdi eski ve belki de rahat hayatım devam edecekti.”
“ İlk haftalar, kendimi idare edecek kadar lisan öğrenmek ve hayran hayran etrafıma bakınarak şehri dolaşmakla geçti. İlk günlerin şaşkınlığı çok sürmedi. Burası da en nihayet bir şehirdi. Sokakları biraz daha geniş, çok daha temiz, insanları daha sarışın bir şehir. Fakat orada insanı hayretinden düşüp bayılmaya sevk edecek bir şey de yoktu. Benim hayalimdeki Avrupa’nın nasıl bir şey olduğunu ve şimdi içinde yaşadığım şehrin buna nazaran ne noksanları bulunduğunu kendim de bilmiyordum. Hayatta hiçbir zaman kafamızdaki kadar harikulade şeyler olmayacağını henüz idrak etmemiştim”
" birdenbire niçin buralara geldiğimi düşündüm...
hiç... sebep filan yoktu... karar vermeden yürüyüp gelmiştim. yolun iki
tarafındaki ağaçlardan rüzgardan inliyor ve gökyüzünde bulutlar, büyük bir
hızla koşup gidiyordu. ilerideki siyah ve kayalık tepeler henüz biraz
aydınlıktı ve onlara sürünüp geçen bulutlar sanki kendilerinden birer parça
bırakıyorlardı. gözlerimi yumarak ilerliyor ve ıslak havayı içime çekiyordum.
kafamdan söküp attığım sual tekrar belirdi; " niçin buralara geldim?... "
(sf.37)
" yatağa yatar yatmaz uyumuşum. sabaha karşı sıkıntılı rüyalar gördüm,
kürk mantolu kadın türlü şekillerde karşıma çıkıyor,o müthiş ve ezici
tebessümüyle beni kıvrandırıyordu. ona bir şeyler söylemek, bir şeyler
anlatmak, izahat vermek istiyor, fakat muvaffak olamıyordum. siyah gözlerinin
keskin ifadesi çenelerimi kilitliyordu. onun tarafından,değişmez bir hükümle
mahkum edildiğimi gördükçe daha çok kıvranıyor derin bir ümitsizliğe
düşüyordum. daha ortalık ağarmadan uyandım. başım ağrıyordu. lambayı yakarak
bir şeyler okumaya çalıştım. satırlar gözlerimin önünden siliniyor ve beyaz
sahifelerin ortasında,sisler içinde,benim zavallılığıma sessiz ve içten
kahkahalarla gülen iki siyah göz peyda oluyordu. dün akşam gözlerime sadece bir
hayal göründüğünü bildiğim halde sakinleşemiyordum..." (sf.65)
" Babam bu kadar okumama kızar, bazen
romanları alıp atar, bazen geceleri odama ışık verdirmezdi. Fakat benim her
şeye bir çare bulduğumu küçük kaytan fitilli idare lambasının ışığı altında
kendimden geçerek " Paris Esrarı " nı veya " Sefiller" i
okuduğumu görünce tazyikinden vazgeçmişti. Elime geçen her şeyi okuyor ve her
okuduğum şeyin ister Mösyö Lökok'un maceraları, ister Murat Bey'in tarihi
olsun, tesiri altında kalıyordum..." (sf.49)
" kendimi bildim bileli, bütün günlerimi,
haberim olmadan ve nefsime itiraf etmeden ,bir insanı aramakla geçirmiş ve bu
yüzden bütün diğer insanlardan kaçmıştım. O resim aradığım bu insanı bulmanın
mümkün olduğuna, hatta ona pek yakın bulunduğuma, bir müddet olsun beni
inandırmış,içimde bir daha uyutulması kabil olmayan bir ümit uyandırmıştı. Onun
için bu sefer düştüğüm inkisar o nispette büyük oldu. Etrafımdan daha çok
kaçtım,daha çok içime saklandım..."
(sf.62)
" Fakat mademki bir kere yazmaya karar
verdim, her şeyi sukünetle ve baştan anlatmalıyım... Bu takdirde birkaç sene,
hatta on-on iki sene geriye gitmek lazım. Belki de on beş... Fakat sıkılmadan
yazacağım. Belki manasız tafsilat arasında asıl korkunç tarafları boğmak,
onların tesirinden kurtulmak mümkün olur. Belki yazacaklarım yaşadığım kadar
acı olmaz ve ben biraz ferahlarım. Birçok şeylerin zannettiğimden daha
ehemmiyetsiz , basit olduğunu görüp kendi heyecanımdan utanırım. Belki..." (sf.47 )