// body elementide aşağıdaki şekilde düzenlenmelidir. ...
// etiketinden önce aşağıdaki kodu ekleyebilirsiniz. // body elementide aşağıdaki şekilde düzenlenmelidir. ...

Etiketler

Tarih

Kategoriler

11 Ocak 2011

Korku Basamaklarında Yürüyen Adam: KORKUYU BEKLERKEN - Oğuz Atay






















 Korkuyu beklemeden yaşamak mümkün müdür? Ya korkunun dışına çıkabilmek? Sesin çıkmadığı bir odada gizlice fısıltıları duymak, karanlığa doğru sessizce yürümek? Yalnız kala kala korkular içinde olmak? Oğuz Atay için bir yerden başlamak zor olacaktır ama kendisi için  'Türk Edebiyatının en güçlü kalemlerinden biri' yorumunu yapmak doğru olacaktır.Çoğu kesim onu epeydir popüler olan  Tutunamayanlar kitabıyla tanısa da " Korkuyu Beklerken" kitabı geride kalmıştır.  Dostoyevski, Oğuz Atay'ın ilk referans aldığı isimlerden biri olmuştur.

 Oğuz Atay, Yusuf Atılgandan sonraki dönemde ortaya çıksa da belki de Yusuf Atılgandan daha fazla iz bırakmıştır Edebiyat tarihinde.   " Korkuyu beklerken"   Korku basamaklarına tırmanan bir adamın hikayesini konu alıyor özetle.  Merdivenlerde öylece yapayalnız başına aranmış bir adam.  Kitabın ilk baskısı 1973 yılında piyasaya sürüldü. Kitap 8 hikayeden oluşuyor. Beyaz Mantolu adam ,Unutulan ,Korkuyu beklerken, Bir mektup, Ne evet ne hayır, Tahta at, Babama Mektup, Demiryolu hikayecileri – bir rüya adlı bölümler kitapta mevcut.


 İlk hikaye " Beyaz mantolu adam"     kalabalık bir topluluğun içinde yaşayan başarısız ve parasız bir adamı konu alıyor Oğuz Atay. Bu başarısız adamın cami önlerinde dilenen biri olduğuna, beyaz manto ile ilgi çektiğine tanıklık ediyoruz.  Yalnızlık ve başarısızlık ortak yazgısıdır öykü kahramanlarının diye kitabın önsözünde başlıyor bu hikayenin konusu.  Bu adamda kendimizi görmemiz kaçınılmaz oluyor.  Bu adam  kalabalık bir topluluğun içinde yaşayan başarısız ve parasız biridir.  Cami önlerinde dilenen biri. Elbise ve kumaşların olduğu bir dükkanda beyaz bir manto ilgisini çeker ,alır ve giyer.  Ama satıcıyla arasında geçen diyaloglar farklıdır. O mantoyu ne olursa olsun almak istiyordu. Ama maliyeti yüksekti. Adam yüz elli lira demişti. Onda kırk beş lira vardı.  Ve sonunda satıcı pes etti mantoyu verdi. O günden sonra Her gittiği yerde o mantoyla dikkat çekecektir.  Kimseye bir şey yapmayan bu mantolu adam çevresine insanları toplar, hem de hiçbir şey yapmadığı halde. Kimine göre hastadır kimine göre deli kimine göre de sapıktır. Herkes onun hakkında bir şey söyler. Onlarla konuşmaz ,sessizce kaybolur ortalıktan. Kalabalık içinde kaybolan, sessizliğin içinde çaresizce bekleyen bir adamın portresini çiziyor Oğuz Atay bu öyküde.  


'' Kalabalık bir topluluk içindeydi. Başarısızdı. Parası yoktu. Dileniyordu. Caminin önündeydi. Büyük bir camiydi bu. Minareleri, kubbeleri, kemerleri ve parmaklıklı pencereleri filan hepsi tamamdı . Özellikle avlusu: dilenenler için en önemli yer. Bir kenarda duruyordu. Hiçbir hüner göstermediği için ya da acındırıcı bir garipliği olmadığı için ya da kendisini çevreden ayırıp başarısızlığına üzülecek kadar düşünemediği için dilenirken de başarısızdı. Küçük kaplar içinde mısır satmadığı için, çocuklarla ve kuşlarla birlikte, başkaları adına sevap işleyemezdi; ayrıca, ne kırmızı cübbeli bir  müneccime  benzeyen ihtiyar gibi tekerlekli ve meşin duvarlı ve öğle tatilinde ön duvarı bir kepenk olup sahibini kapatıveren kulübede yaşıyordu, ne de şişman kötürüm gibi nazar boncuklarını ve tespihlerini ve çakmak taşlarını artık satamadığı anda gaz pedalına basıp motosikletli tezgahıyla oradan hemen uzaklaşabilirdi.''

İkinci hikaye " Unutulan’’ Tozlu böcekli tavan arasından seslenir sevgilisine.  Kitaplardan hayatı boyunca ilgi aradığından bahsedip durur. Karanlık olduğunda bir el feneri uzanır delikten, o eşyaların sahibi olan yakınlarını, onların hayatlarını düşünür, sorgular.  Ve bir elinde silahla örümcek bağlamış eski sevgilisini görür. Hiç değişmemiştir kendisine göre. Onsuz yaşayamayacağını düşünür. Kendisini öldürdüğünü duymamış, iş güç arasında da tavan arasına çıkmamıştır.  Ve şunu der


"  İnsan bir günde varamıyor bir yere ne yapalım? Nereye? Tanımlayamadığım, bir ad veremediğim duygular yüzünden ne kadar üzülmüştük? 


Unutulan öyküsünden..

" Titreyen dizlerinin üstüne çöktü, el fenerini tuttu onun yüzüne: Gözleri açıktı, canlıydı. Bakamadı, başını karanlığa çevirdi. Sonra baktı gene; onu, ölüm kalım meselelerinde bırakmayan gücünden yararlandı gene. Hiç bozulmamış; geç kalmasaydım böyle olmazdı belki. Üzüldü. Fakat hiç değişmemiş; son gördüğüm gibi gözleri bile açık. Yalnız ,gözlerin bu canlılığında bir başkalık var. Her şeyi bildiği halde duygulanamayan bir ifade. Görünüşüme bakma, içim öldü artık diye korkuturdu beni. İnanmazdım. Öyle şeyler bulup söylerdi ki öldüğü halde. Belki beni izliyor gene. Yerini değiştirdi. Benimle ilgili değilsin diyerek üzerdim onu. Hayır bakmıyor bana. Belki de düşünüyor. Birden konuşmaya başlardı. Bütün bunları ne zaman düşünüyorsun diye sorardım ona. Ne zaman düşündüğünü bir türlü göremiyorum. Hayır ,gerçekten ölmedi ; çünkü ben yaşayamazdım ölseydi. Bunu biliyordu. Bu kadar yakınımda olduğunu bilmiyordum ama ,sen bir yerde var olursan yaşayabilirim ancak demiştim. Nasıl olursan ol, var olduğunu bilmek bana yeter demiştim. Bunu kavgadan çok önce söylemiştim, ama çatışmamızın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini biliyordu."

Belki de onun için bilmemek daha iyiydi.  Onun için sevgilisinin varlığını bilmek bile ona yeterdi. Konuşmasa sadece düşünse yeterdi. Bin türlü sorunla uğraşıyordu zaten. Anne ve babasının ölümü önünde yapılması gereken işlerin olması canını zaten sıkmıştı. Tavan arasında olan bu adam tavan arasında olduğunu unuttu ama onu unutamamıştı.  Bu öyküsünde sevgilisine  " Seni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim’’ diye sesleniyor. 


Üçüncü hikaye kitaba  adını veren " Korkuyu Beklerken’’. Okurken içinizde fırtınaların kopacağı, kendinizden bir şeyler bulacağınız bazı yerleri tekrar okuyacağınız bir hikaye. Bu hikayede kendi kendini eleştiriyor kahramanımız. Kendi kendiyle alay ediyor.  Okuduğunuzda çoğu yerin altını  kalemle çizeceksiniz. Eve dönerken köpekler arkasından havlardı.  Evine girdiğinde kendini sorgular ve şöyle derdi:


” Yalnız kalmaktan korktukça yalnızlığım artıyor”. 

Bilmediği bir dilde yazılmış bir mektup bulur evinde. Mektubun kimden geldiğini düşünür durur. Çünkü daha önce başkasından mektup almamıştır. Arkadaşına göre bu mektubu  gizli mezheplerden biri yollamıştır. Ayrıca hizmetçinin kızı karalamıştır belki diye içinden düşünmüyor değildi. Her türlü şey olabilirdi. 


Günler geçtikçe içinde bir gariplik hissediyordu. Otobüste biletçiye para verirken nereden gülümseyecekti bunun nedeni de mektuptu. Mektupta : ”Mektubu aldığınız andan itibaren evinizden çıkmamanızı kesinlikle bildiririz. Dikkat! Sizi uyarırız!”  gibi şeyler yazmaktaydı. Latince öğrenmeye karar verir.  Mektup onun için can sıkıntısıydı içinde yabancı dil bilmediğiniz kelimeler evet kim olsa tedirgin olurdu. Ve bir süre sonra mektubu bir arkadaşına verir rahatlar. Artık sorumluluk arkadaşının üzerindedir. Yukarıda yazdığım gibi mektupta uyarı yazmaktadır. 


Aralarında konuşarak gülüyorlardı gizlilik mi kaldı diyerek. Kendisine mektup gönderen mezhebin ismi ‘Ubar-Metenga’dır. Mezhebin anlamı ve ‘suç’ kavramı üzerine düşünür. Sürpriz olaylar da gelir başına. Bir süre sonra bazı çiftlere, Ubor-Metenga mezhebinin kendisine gönderdiği mektupları gönderir. Polise gider ve bu mektupları kendisinin yazdığını söyler ve hikaye böyle ilerler.   Gizli mezhebin üyelerini öldürmeyi düşünmüyordu ama bu düşüncelerini öğrenmelerinden korkuyordu. Korkaklar öleceğini düşünüyordu bu düşünce hakimdi. 


Sadece gizli mezheple ilgili değildi hikaye. Yalnızlığa dair mesajlar içeriyordu. Ve şöyle diyordu. "  Bir yerden sevmeye devam edebilir miydim? Çünkü sevmek, yarıdan kalan bir kitaba devam etmek gibi kolay bir iş değildi. Ya hiç sevmemişsem bugüne kadar? " Bir kitaba yeniden başlamak gibi ,sevmeye yeniden başlamak pek kolay sayılmazdı herhalde.


Ve yine devam ediyordu.

"  İnsanlar için ve tabiat için iyi şeyler düşünmüyordum; dünyaya kendimden bir şey veremiyordum. Kendimi kendime saklıyordum; kendiliğimden bir davranışta bulunmuyordum. Bu duruma daha fazla dayanamazlardı. Belki, yürürlükteki kanunlarla bana bir şey yapamazlardı; fakat dünyanın düzeni çok yönlüydü, karmaşıktı.’’  

" Dünya ,benim gibi insanlarla dolu mahallelerden meydana gelseydi, bir beton çölüne dönerdi. İnsanlığın ve insansızlığın yüz karasıydım. Kendime acımak istedim. Mutlak bir ümitsizliğe düşmek istedim. Belki tam düştükten sonra çıkmak kolay olurdu. Fakat, bütün bu düşündüklerimin, kelimelerden ibaret olduğunu biliyordum. Pencereye yaklaştım, başımı yukarı kaldırarak gökyüzüne baktım. Ay oradaydı. Bildiğim ay. Hayır, ben adam olmazdım. Gerçek bir acı duyduğumdan bile kuşkum vardı. "

Dördüncü hikaye " Bir mektup’’.  Hikaye , kendinden, beraber olduğu kadından, köpeğinden, başından geçenlerden ayrıntılarla bahseden bir kişinin tüm bu olayları yazdığı ama göndermediği “Bir Mektup” üzerine. Hikayede tanıdığı ve sarhoş bir terziden bahseder. O palavracının tekidir. O, terziyi öyle sevmemesine rağmen  babası yüzünden terziye katlanmak zorunda kalmıştır.  Sonra insanları neden sevmediğini ve neden yalnız kaldığını anlatıyor. Şöyle der "  Çok yalnız bir insanım efendim arkadaşların yok mu ?diyeceksiniz. Onlara arkadaş demek gerekirse, var. Fakat evde oturup dertleşmesini bilmezler’’ diye tepkisini de dile getiriyor. Burada insanlık ölmüş mesajı veriyor.

"  İkimiz artık dünyanın sonuna gidebilirdik: Bir günümüz vardı. Sokaklarda duruma bir çare aramaya başladık. Neye çare aradığımızı da bilmiyorduk. Sonunda köpeğin terbiyesi ile ilgili bir amaca yönelmenin bir anlamı olabileceğine karar verdim.’’

Beşinci hikaye " Ne evet ne hayır’’ .  Lise mezunu bir kişinin çeşitli işlerde çalışıp askerliğini yaptıktan sonra bir gazetede çalışması ve “gönül postası” bölümünde görevlendirilmesini anlatıyor.  Gazetede çalışan kişi gazeteye bazı konularda katılmaz ama bunuda dile getiremez. Bir gün biri onu anlatan düşünceler gazeteye mesajını yollar. Ve bu da o yazıya ilave yapar. Gazetede çalışan bu adam o genç kıza aşıktır. Ona mektuplar yollar her şeyi yapar. Ama hiç cevap gelmemektir. Ne evet ne hayır. Yine aynı şeyleri sıkılmaktan yapmaktadır. Ama ne evet ne hayır vardır.  Ve sonunda cevap gelmiştir red red ediyorum demiştir. Oysa ki mc adındaki kız cevap yollamıştır ama adamın haberi yoktur. Ama adam peşini bırakmaz kızın. Meğer ki kızı başkalarına vereceklermiş annesi aynen şunu der " Oğlum ,dayımızın oğluna söz verdik’’.  İşte bu hikayede böyle gider.


Tuğrul bey eksenli altıncı hikâye olan “Tahta at”, adından da anlaşılacağı gibi Çanakkale şehrimizde Truya’da yer alan, şehri almak için içinde askerlerin gizlendiği ‘Tahta At’dan yola çıkıyor. Tahta atın Ne zorluklarla yapıldığından ne kadar önemli olduğundan bahsediyor Oğuz Atay burada. 


Yedinci hikâye “Babama Mektup”, babasının ölümünün ikinci yılında bir oğulun babasına yazdığı dokunaklı bir mektup üzerine. Yazının başında babasına şöyle seslenir ‘’ Sevgili babacığım , belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım;bu fırsatı da kullanmadım. Oysa yıllar önce bazı zamanlar, sen olmasaydın birçok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğumu görmek zorundayım.’’


  Ve son olarak sekizinci hikâye “Demiryolu hikâyecileri – Bir Rüya”. Bu hikâye de, büyük şehirlerden uzak bir dağ başı kasabasında demiryolu istasyonunda çalışan üç hikâyeci üzerine. Bu üç kişi yazdıkları öyküleri istasyondan geçen tren yolcularına satıyor.  Ümitleri gece yarısından sonra geçen tek eksprese bağlıdır çünkü; bu saatte diğer seyyar satıcılar gelmediklerinden satış yapma olasılıkları daha fazladır. İstasyon binasına bitişik yan yana üç kulübesi vardı bu kişilerin. İşleri pek yolunda gitmezdi bunların. Bütün ümitleri gece yarısından sonra geçen tek ekspres’e bağlıdır. Bazen ekspresleri kaçırdıklarıda olurdu. Bu da onlar için iyi olmazdı. Akşam üzeri ilham gelirdi çünkü genellikle öğlen yatarlardı. 


Akşam onlar için çok şey ifade ederdi. Kulübelerde kalıyorlardı ama tren her zaman onların kulübede durmazdı. Karanlık ise onların işini zorlaştırıyordu, en zor yanı da buydu.  Zor da olsa bunları yapmaktan başka çareleri yoktu. Ve son olarak  yazar okuyucularına şöyle seslenir " Ben buradayım sevgili okuyucum ,sen nerdesin acaba’’. 

Korku basamaklarında yürüyen bir adamın adımlarını karanlık ya da aydınlık olan bir sokakta hatırlayacaksınız bu kitapla. Kitabın önsözünde dediği gibi " Yaşamda dikiş tutturamayan sekiz kişinin, dikiş tutturamayan yaşamın öyküleri bunlar "  Kendi korkunuzu belki yenemeyeceksiniz ama kitabı bir daha okumak isteyeceksiniz. Kendisinin de dediği gibi " Ben buradayım sevgili okuyucum sen nerdesin acaba?"



Okurken Altını Çizdiklerim

“ Fotoğrafları yapıştırma işini bıraktım. Sonra ne yaptım? Evet, gökyüzüne bakmıştım, yuvarlak ve parlak ışıklı daireden başka bir şeye benzemeyen aya bakmıştım ve ne kadar güzel, tıpkı öğretildiği gibi güzel, anlatıldığı gibi güzel demiştim; sonra, başımı aşağı doğru hareket ettirerek denizde ayın ışıltılı çizgilerini aramıştım. Ne acıklı bir maceraydı bu. Belki de değildi; Belki de, bunun acıklı bir macera olduğunu da bir yerden öğrenmiştim, bir yerde okumuştum.”

“ Okuduğum şeylere ya da tabiatı sevenlerden duyduğuma göre , günlük yaşantının akışı içinde sevmek gerekiyordu tabiatı.”

“ Ben ucuz bir romandım. Hayır, kötü bir edebiyatın bile gerçekliği vardı. Hayır ,kötü bir edebiyatın bile bir gerçekliği vardı; Can sakıcı taklitçilikleri bile benden gerçekti. Ben yoktum; hatta ben yokum, olmadım diyemeyecek bir yerdeydim; kelimeler bile yan yana gelerek beni tanımlamak istemezlerdi. Ne olurdu benim de kelimelerim olsaydı; bana ait bir cümle, bir düşünce olsaydı. Binlerce yıldır söylenen milyonlarca sözden hiç olmazsa biri, beni içine alsaydı! Çok insan için söylendi ama, sana da uygulanabilir denilseydi. (Bu sözleri başkalarıyla paylaşmaya razıydım. Başka çarem yoktu. ) Kendime gerçekten acıyabilseydim gerçekten ümitsiz olsaydım. (Olumlu durumları aklıma getirmeye cesaretim yoktu.) Sonra yavaş yavaş, adım adım doğrulurdum.” 

“Cam parçasını attım, yerine yenisini koyma cesaretini gösteremedim. Başıma gelenleri ilk gününden başlayarak yeniden düşündüm uzun süre. Kaç gün geçmişti? Aptallar gibi, bir kenara yazmamıştım gene. Geç kalmıştım. Burada paslanıp gidiyordum; hafızam paslanmaya başlamıştı bile. Yalnızlık, hafızayı zayıflatıyordu. Elbette! Kimseyle konuşmuyordum ki. Sonunda bakkal çırağıyla konuştuklarımın dışında her şeyi unutacaktım. Konuşmalıydım, bağırmalıydım, öğrenmeliydim.”

“ Sözlerimle kendimi heyecanlandırmayı başarmıştım. Gözlerim dolmuştu. Kendimi çok etkili olmuştum .(Başkaları üzerinde etkili olma imkanım yoktu) Kendi hakkımda dokunaklı bir konuşma yapmıştım. Gerçeğe yakın bir heyecanla ve bitkin bir durumda,sallanır koltuğuma çöktüm.  Fakat durum değişmedi (bir süre beklediğim halde ) bir mucize olmadı. Her şey yerli yerinde kaldı. Ben de eşyanın ve manevi güçlere sahip olması gereken insanların bu kayıtsızlığı karşısında isyan ettim,çileden çıktım. (Gene bir şey olmadı )Bunun üzerine, onlardan intikam almak için kendimi içkiye verme kararını aldım. Yerimden kalkacak gücüm olmadığı halde evi dolaştım; ne kadar içki varsa topladım, sallanır koltuğumun yanına dizdim. ve içkiye, bana en dokunacak biçimde, yani yemeksiz ve mezesiz başladım ve alçak herifler! Öylece devam ettim işte. (Gene kimse kılını kıpırdatmadı, başıma gelenleri değiştirme zahmetine katlanmadı) " -sf 80


“ İçtikçe kendime acımaya başladım. Son zamanlarda kendime doğru dürüst acımaz olmuştum.Bana kötü geldiğini bile ,bile içtim. Bir şey yemediğim için, her zamanki gibi kusmadım .(Bir iki kere kusacak gibi oldum banyoya gittim, fakat bir şey çıkmadı içimden.” sf-80

“ Yeni bilgiler öğrenmek bir yana, eski bildiklerimi unutmaya başladım. Düşüncelerimin doğruluğunu ölçmekten yoksun kaldım artık. Kimsenin gözünde, anlattıklarımın yansımasını göremiyorum, artık? Her şeyi unutuyorum, noktalamayı bile? Ünlem işaretinin nerede kullanılacağını bilmiyorum? Üstelik ne ıstırap çekmeyi ne de gerçekten korkuyu öğrenebildim( ya da öğrenemedim). Hangi sözü kullanacağımı bilmiyorum. Yalnızlığımın yalnız bana zararı dokundu. (İşte bir cümlede iki kere ‘yalnız’kelimesi kullandım) Yenildiğimi kabul ediyorum. "  sf-79

"Bir yerden sevmeye devam edebilir miydim? Çünkü sevmek, yarıda kalan bir kitaba devam etmek gibi kolay iş değildi. Ya hiç sevmemişsem bugüne kadar? Bir kitaba yeniden başlamak gibi sevmeye yeniden başlamak pek kolay sayılmazdı herhalde."  sf-63

Bütün gün odamdan çıkmadan yazıyordum. Yalnız bitişikteki kunduracının gürültüsü aklımı karıştırıyordu. Çünkü artık genç Yahudi yoktu; bir süre önce ölmüştü. Aslında ben yanıma genç kadının taşınmasını istiyordum. Ne var ki istasyon şefi, ben daha bu isteğimi belirtmeye fırsat bulamadan bir gün- bir süre önce –kunduracıyla göründü. Adam da hemen yerleşti. Bu dağ başında onun işi de bizimkinden iyi sayılmazdı. Kunduracıya genç kadının kulübesine geçmesini teklif etmeyi düşünüyordum. Bu düşüncem de sanıyorum çok uzun sürmüştü. Çünkü bir gün onun kulübesine gittiğim zaman, yani ona bu teklifimi bildirmek için… “ 

“Sabah oluyordu, pencerenin dışındaki karanlık azalıyordu. Sokağa çıksam dedim. Belki eski böceklerimden birini görürüm ya da gökyüzünü öyle bir kızıllık kaplar ki, bulutlar bana acıyıp öyle gölgeler salarlar ki, ben bile güzel bulurum tabiatı; göğsümden yukarı doğru bir şeyler hissederim. Belki bir duvarın dibinde küçük bir yeşilliği kurumuş bir diken yığınını, başka bir ışık altında görünce severim (Bir keresinde böyle bir olay başımdan geçmişti de)”

“Otuz altı saattir gene açım. Ölümü bekliyorum. Bu arada vaktimi boş geçirmemek için, okuyorum, yabancı dil çalışıyorum; hiçbir şey anlamıyorum. Fakat eskiden de _karnımın tok olduğu zaman da –anlamıyordum. Uzun bir mevsim yaşıyorum; ılık bir yaz ya da sıcak  bir sonbahar, onun gibi bir şey. Evden çıkmayacağım, bahçeye de çıkmayacağım. Zaten otlar işi yarım kaldı. Görmek istemiyorum yapamadıklarımı, yarım bıraktıklarımı artık. Uyumaya çalışıyorum.(Bahçeye bir tohum ekmiş olsaydım, belki de onu yerdim şimdi)  "-sf 71

Hiçbir çıkış yolu kalmamıştı. Evde yapacak hiçbir işim kalmamıştı (Yapabileceklerimi de ben istemiyordum. İstediklerimi yapamayacak olduktan sonra.) Param vardı, yiyeceğim vardı, kitabım, evim her şeyim vardı; fakat isteğim yoktu. Gizli mezhebe, yorgun bir öfke duyuyordum; onlara karşı çıkmak istiyordum ,gücüm olmadığı halde. Kendimi yormadan onlara göstermeliydim. Açlık grevi yapmaya karar verdim. Nasıl olsa ölecektim. Beni kurtarmaya kimse gelmezdi. Okuduğum  şeylere ya da tabiatı sevenlerden duyduğuma göre, günlük yaşantının akışı içinde sevmek gerekiyordu tabiatı. Son günlerdeki yaşantım içinde bu akışı sağlamak da oldukça zordu. Tabiattan, payıma düşen çok az şey kalmıştı. Ömrümü eşya ile geçiriyordum. Eşyayı da sevmiyordum galiba. Daha doğrusu, eşyayı insanlarla bir tutuyordum, ikisiyle de aramda, yalnız benim bildiğim ve başkalarına açıklanması güç meseleler vardı. Genellikle bana karşı çıkıldığını sanıyordum. Bir uzlaşmayı mümkün görmüyordum”   

Artık şaşırmıştım, dünyanın sonu gelmiş gibi hissediyordum: İşe telefon ederek hasta olduğumu bildirdim. İkimiz artık dünyanın sonuna gidebilirdik. Bir günümüz vardı. Sokaklarda duruma bir çare aramaya başladık. Neye çare aradığımızı da pek bilmiyorduk. Sonunda, köpeğin terbiyesi ile ilgili bir amaca yönelmenin bir anlamı olabileceğine karar verdim.”

Sayın Doktor Beyefendi; En derin içten samimi sevgi ve saygılarımı sunarım, ellerinizden sıkarım. Çok affedersiniz efendim: 1967-1971 yılları arasında yani 1967’den itibaren bugüne kadar gerçekten içten samimi dürüst namuslu olarak genç güzel bir kızı seviyorum. 1967’den bugünkü tarihe kadar aramızda geçen olayları ciddi açık doğru kesin ve olduğu gibi açıklıyorum. Askerliğini yapmış lise ikiden belgeli 24 yaşında uzun boylu esmer ciddi dürüst bir gencim sevdiğim insanla aynı yaşta aynı boyutta ve aynı mahalledeyiz. Aramızda fark mesafe ayrılık yoktur, iki ev ötede oturmaktadır sevdiğim insan. Birbirimizi ailelerimizi gayet iyi tanıyoruz, biliyoruz konuşuyoruz hemşeriyiz. 1967 yılında birdenbire vuruldum. Sevgi içime öyle akıyordu ki içime tahmin edemezsiniz. Sevdiğim insanı iyice inceledim tanıdım takip ettim. Beraber bir muhitte evlerimiz ayrı bulunuyorduk. Sevdiğim insanın her şeyini inceledim. Bütün problemleri ele alarak uzun bir araştırmalardan en ince teferruatına kadar iğneden ipliğine kadar düşündüm ele aldım niyetimi gayet ciddi kurdum (Bazı yerlerde virgül koymak gerektiğini hissediyorum, fakat nedense bunu yapmak elimden gelmiyor) evlenmek istiyordum 6 aydır seviyordum sevgimi gizliyordum, tuttum sevdiğim insana bir mektup yazdım ne evet ne hayır (elden demek istiyor ) cevap vermedi: NE EVET NE HAYIR (büyük harfler benimdir )O gün (hangi gün ) pencereye çıktı, gördüm, çarşaf silken yüzünde  (olamaz,çarşaf silkerken yüzünde demek istedi herhalde ) tatlı tebessüm vardı..(M.C’nin samimi olduğunu sanıyorum, fakat bu tatlı tebessüm meselesinde yanılıyor bence, neyse, mektup ilerledikçe durum açıklığa kavuşacak)Durmadan üç ay elle (elden posta ile mektuplar yazdım (yolladım demek istiyor) cevap yok. Ne evet ne hayırlar gittikçe asıl anlamını kaybedecek, onun için şimdiden dikkatinizi çekmek istiyorum. Mahallece olay dyuldu. Herkes sanki sevmek suçmuş gibi cephe aldı bana, ailem kardeşlerim bile. M.C’nin bundan sonra ya da bu arada bazı olayları gizlediğini sanıyorum. Sanki ara sıra hafızasında boşluklar oluyor. Biliyorsunuz bu, ruhbilimde… (neyse geçelim) iş güç yoktu bulamadım. Garsonluk yapıyordum. Her tarafın kadrosu dolu, boş bir daire bulamadım..”

Derdime bugüne kadar çare aramadım efendim.. Zorluğumu kimseye söylemedim (ama herkes biliyor ) Hiç kimse bana inanmaz (ben inanıyorum) inandıramıyorum,inandıramam efendim. Çok dayak yedim,tutuklu,hapis. Şimdi… Cezaevinde yatmaktayım efendim.. Duydum bir taraftan sevdiğim insan nişanlanmış. Ölmek istiyorum. Öldüren yok. Teselli edemiyorum kendimi, çok acı çekiyorum. Ölmüyorum. Sevdiğim insan içimde yaşıyor. Geceleri sessiz köşelerde çok ağlıyorum. Ben suçsuzum diyemiyorum,suçu üzerime alıyorum. Doğruyu anlatsam kimse inanmayacak. Yalancı diyecekler bana. Bana bunları yapanları biliyorum ,utanıyorum. Fakat gayrimeşru insanlar bunlar,isimleri bile doğru değil,takma isim vermişlerdir. Bu işin içinden nasıl çıkabilirim efendim (bunu yapma silahı ele almadan başına gelenleri görüyorsun) İyi hareket değil,ama vicdanım kabul etmiyor iki tarafı da kana kendimi de harcayacağım efendim. Haram ettiler bana gençliğimi dünyamı hayatımı her şeyimi efendim..

Hayatta onun kadar kimseyi sevmedim (lütfen gene başlama ) kimseyi böyle doyasıya sevmedim (doyasıya kelimesinin burada kullanılıp kullanılamayacağı hususunda kuşkuluyum) onun kadar da ondan çektiğim kadar da kimseden çekmedim efendim. Bugüne kadar EVET VEYA HAYIR demeyen ,susan (Hay Allah ) insan merak ediyorum bu kızın herhangi bir noksan veya eksik veya kötü bir yönü var zannediyorum. (Ne demeli sana bilmem ki; çok zor sana anlatmak,çok zor,çok. İnsan yalnız seni  anlayabilir,o kadar. Kanaatim budur. (Kanaatini değiştirmek için ne yapabilirim?Hiç..) “

Sevgili Babacığım; Belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım,bu fırsatı da kullanamadım. Oysa yıllar önce bazı zamanlar sen olmasaydın birçok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım. Sana bazı şeyleri anlatamadım. Bir iki yıl daha yaşasaydın ya da dünyaya dönseydin-kısa süre için-her şey başka olurdu sanki. Çaresizlik yüzünden birçok şeyin anlamı kayboluyor. Sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar? Fakat ben artık bir meslek adamı oldum Babacığım. Yakın çevremde seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman ‘’Ne güzel’’ diyorlar,’’ Bunu bir yerde kullansana.’’  Onun için çok özür dilerim sevgili Babacığım, seni de bir yerde,mesela bu mektupta kullanmak zorundayım. Geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş, insanın geçmiş yaşantısı ancak böylece anlam kazanıyormuş..”

“ Şimdi artık öldün babacığım. Sınırlarını kesin olarak belirlediğin bir dünyada,bana sorarsan, belirsiz bir biçimde yaşadın ve öldün. Seni artık değiştirmek mümkün değil Babacığım. Bu nedenle kendimi de değiştirmenin mümkün olacağını sanmıyorum. Sabit nazarlarla boşluğa baktığım zamanların çoğunda temeldeki benzerliğimizi gizlemek için ümitsiz süslemelerle kendimi yoruyormuşum gibi geliyor bana. Senin anlayacağın babacığım,züppe olarak nitelediğin insanların,iç sahteliklerini örtmek amacıyla giriştikleri kibarlık çabaları içindeyim sanki. Senin gibi tutarlı olmadığım için çoğu zaman kuşkulara kapılıyorum ve ütüsüz pantolonlarla lekeli gömleklere kısa bir süre için son veriyorum. “

" Gittikçe sana benziyorum Babacığım. Kimseleri beğenmez oldum. Aynaya pek bakmıyorum ama sevdiğim şeylerden söz ettikleri zaman suratımı senin gibi buruşturduğumu hissediyorum. Birilerine oturmaya gittiğim zaman yemeğe kalmam için ısrar edilmeyince senin gibi, belki de senden çok şiddetli bir biçimde içerliyorum herkese; yalnız, senin yaptığın gibi,kötü yemekleri açıkça beğenmezlik edemiyorum, ne yapalım bu huyumu da Annemden almışım. Gene de hoşnutsuzluğumu belirten bir iki söz söylemeden edemiyorum. İstiyorum ki babacığım artık herkes öğrensin hiçbir şeyi beğenmediğimi. Senin başına gelenleri düşündükçe hiçbir duygunun içimde kalmasına hiçbir öfkenin sadece içimde büyümesine razı olamıyorum artık. Senin gibi ben de artık aklıma geleni hemen herkesin yüzüne haykırıyorum. Eski pısırık oğlunun bu durumunu görseydin gurur duyardın diyemiyorum, çünkü sözlerime muhatap olanların tepkisine bakılırsa pek övünülecek değilim galiba babacığım.” 

Oysa şimdi seni düşündüğüm zaman babacığım, durmadan gülümsüyorum. Seni sen olarak yaşamak istiyorum, istiyorum ki evde annem gibi biri olsun ve ben de mutfağa giderek ‘’Burada gene bir şeyler kaynıyor Muazzez’’ diye içeri seslenebileyim ve bana ‘’Kaynadığını görüyorsun altını kıs Cemil Bey ‘’ denilsin ve ben de hiçbir şey yapmadan mutfaktan çıkayım. Belki de nasıl bir insan olduğunu bugün bile bilmiyorum,daha doğrusu bugün, senin bilmediğin bazı şeylerin varlığından haberim olduğu için bu bakımlardan nasıl bir insan olduğunu merak ediyorum. Acaba senin de bilinç altın var mıydı babacığım? Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icat edilmemişti. Aklıma geleni hemen herkesin yüzüne haykırıyorum. Eski pısırık oğlunun bu durumunu görseydin gurur duyardın diyemiyorum, çünkü sözlerime muhatap olanların tepkisine bakılırsa pek övünülecek değilim galiba babacığım.”

Satışlar iyi gitmiyordu. Savaş yıllarıydı. Ekmek bile pahalıydı. Ayrıca sık sık karartma yapılıyor, istasyonun ölgün ışıkları eserlerimizi büsbütün aydınlatmaz oluyordu. Böylece gecelerde çalışmak da anlamsızlaşıyordu. Kara perdelerini sıkı sıkı örttüğümüz pençelerimizin gerisinde, mavi kağıtlara sardığımız lambaların donuk ışığında satılıp satılmayacağı belirsiz kısa hikayelerimizi yazmaya çalışıyorduk.”

Bazen, neşeli olduğum zamanlar, yani satışlar iyi gitmişse ,yiyecek satıcılarına hikayelerimi okurdum. (Genç kadın buna karşıydı) Sucuk ekmekçiyle elmacı daha ilk satırlarda uyuklamaya başlardı, fakat sonuna kadar kalırlardı bekleme odasında. (Hikayenin sonuna doğru da uyanırlardı) Ayrancı bütün dikkatiyle dinlerdi beni; bu ilgi hoşuma giderdi. Elimden geldiği kadar hikaye kahramanlarının konuşmalarını canlandırmaya çalışırdım okurken. Sonunda sucuk ekmekçi başını sallar, kötü günler yaşıyoruz diyerek içini çekerdi. Olur böyle şeyler derdi elmacı da ; İnsan neler görüyor yaşadıkça . Satıcıların acıklı öykülerini anlatan hikayelerde yazmıştım. Bunları dinlerken ayrancı bile uyuklardı.”


“ hikayeler bir iki kere satılmadı mı, eskiyor; onlara müşteri bulmak güçleşiyordu. Çünkü güncel konuları işleyen hikayeler yazıyorduk ve bir iki günlük modası geçmiş hikayeleri uzattığımız zaman yolcular, yüzlerini buruşturarak; “ bunları biliyoruz yeni şeyler yok mu “ diyerek bayat hikayelerimizi suratımıza fırlatıyorlardı. – sf 187

“ Bütün gün odamdan çıkmadan yazıyordum. Yalnız bitişikteki kunduracının gürültüsü aklımı karıştırıyordu. Çünkü artık genç Yahudi yoktu, bir süre önce ölmüştü. Aslında ben yanıma genç kadının taşınmasını istiyordum. Ne var ki istasyon şefi, ben daha bu isteğimi belirtmeye fırsat bulamadan bir gün –bir süre önce kunduracıyla göründü. Adam da hemen yerleşti. Bu dağ başında onun işi de bizimkinden iyi sayılmazdı. Kunduracıya genç kadının kulübesine gittiğim zaman ,yani ona bu teklifimi bildirmek için… “

 Korkuyorum. Çünkü buradan gitmek istiyorum. Bakkal daha veresiyeyi kesmedi. Fakat bu durum artık bir süre daha bile süremez. Bakkaldan utandığım için soramadım,bir zamanlar bir süre önce aynı çekingenlik yüzünden kundura tamircisine de soramamıştım. Bir mektup yazmak istiyordum,ama adres bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Buna inanmazlardı, bunun için utanıyordum. Bana herhangi bir adres yeterliydi benim için.  Bir zorluk daha vardı o zamanlar. Şimdi de var-yani bir süre geçtiği halde. Kendi adresimi de bu mektupta yazmak sorunu beni düşündürüyor. Bu hikayemi, ekspres ya da posta treni artık-belki de sadece belirli bir süre için –geçmediği halde ,bir yolunu bularak okuyucularıma –artık müşterim kalmadı-iletebilsem bile ,nerede bulunduğumu nasıl anlatacağım? Bu sorun da beni düşündürüyor. Ama gene de ona yazmak hep onun için yazmak, ona durmadan anlatmak nerede olduğumu bildirmek istiyorum. Ben buradayım sevgili okuyucum,sen neredesin acaba?” 

“Mektubuma biraz ara vermek zorunda kaldım. Bir kere, ellerim terliyordu ve elimin altına başka bir kağıt almayı akıl edemediğim için, önüne geçilmez lekeler oldu kağıtta ve aksi şeytan (özür dilerim) tükenmez kalemin mürekkebi bitti. Dolmakalemle yazabilirdim; fakat, münasebetsiz bir kalem, bir arkadaşın hediyesi olduğu için atamıyorum, sağ elimin ortaparmağına sızan mürekkep lekesini bir hafta çıkaramıyorum yıkamakla. Üstelik mürekkep damlatıyor olmadık yerde. Fakat ben talihsizin biriyim muhterem efendim: Başka kalem bulamadığım için kırmızı tükenmezler devam etmek zorunda kaldım mektubuma. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Hep küçük dertler değil mi? Fakat, küçük bir köpeğim var–hayır, bunu daha sonra yazmak istiyorum. Doğrusunu isterseniz nerede kaldığımı da unuttum. Yazdıklarımı okursam da size bu mektubu göndermeye cesaret edemeyeceğimden korkuyorum. Onun için, kaldığım yerden değil, kalmadığım yerden devam ediyorum. Bilmem dikkat ettiniz mi–bazı arkadaşlar etmişler –tuhaf sözler söylemesini (komik sözler belki de  –fakat nedense bu ‘’komik’’ kelimesini pek sevmem de ,dilim varmadı.) biraz bilirim. Bizim çocuklara–arkadaşlar demek istiyorum, evli değilim–fıkralar anlatırım. Anlatışımı beğenmeseler de , oldukça gülerler. Size de inşallah bir kahve içmeye geldiğimde anlatırım. Kahve içmek, sözün gelişi tabii. Aslında sizinle uzun uzun konuşmak, size bütün dertlerimi anlatmak isterdim..

Aslında çok yalnız bir insanım efendim. Arkadaşların yok mu? Diyeceksiniz. Onlara arkadaş demek gerekirse, var! Fakat elde oturup dertleşmesini bilmezler; ille de bir yere gidilecek meyhaneye filan. Bir kere dokunuyor ; ayrıca, dumandan ve havasızlıktan rahatsız oluyorum. Sonra – biliyorsunuz–biraz zayıfım: Bir yetmiş boy, elli iki kilo. Bir yerde düşüp kalmaktan korkuyorum; evim, yatağım filan hemen yakınımda olsun istiyorum. Gözlerim de iyi değildir: sekiz miyop . Gözlüklerim kırılırsa, evin yolunu bile bulamam. Bir de şu var tabii: onlara bütün bu karışıklığı nasıl anlatırım? Aman yarabbi! Bir an gözümün önüne getirdim de durumu. Öyle şeylerden bahsediyorlar ki bilseniz. Dünyada anlatılmaz. Bana inanın, siz onları tanımazsınız. (Tanımadığınız da isabet)”

Ben içince, yanımda hemen uzanacak bir er olmalı. Çok da içemem: yarım şişe şarap filan. Konserve alıyorum, koltuğuma oturup bir de kitap açıyorum. Konuşmak gibi olmuyor elbette; fakat , ne de olsa münasebetsiz olaylar gelmiyor başıma. (Bir keresinde işkembecide sızmışım; saatimle cüzdanımı götürdüler.) İnsanları bu yüzden pek  sevmiyorum efendim. Yalnız yaşamanın da sayılmayacak kadar güçlükleri var. En basiti, sabahları sizi uyandıracak bir canlının bile bulunmaması, siz bilemezsiniz ne dayanılmaz bir şeydir. Ayrıca kalktınız diyelim –çünkü şimdi köpeğim var, sabah yedide odamın kapısını tırmalamaya başlıyor; ben öğretmedim tabii– çayı kim pişirecek? Bu köpek de ayrı dert; onu pek sevdiğim söylenemez..

Bazı şeyler öğrettim–biraz tekmeleyerek. (Bundan üzüntü duyduğumu da belirtmeliyim.) Fakat tanıdığım biri – çok iyi bir insan olmakla birlikte çok iriyarı olduğu için biraz acımasız olduğunu sanıyorum– hayvanlara iyilikle hiçbir şey öğretilemeyeceğini söylemişti bana, köpeği ilk aldığım zaman. Ben de dövdüm hayvanı. Ayılara kızgın tepsinin üstünde sıçrayıp oynamasını öğretiyorlarmış; ben o kadar ileri gitmedim. Hatta denebilir oldukça yumuşak davrandım ilk günlerde – o zaman o kadar küçüktü ki. Sonunda bu yumuşaklığımın cezasını gördüm. Yorgun argın eve döndüğüm sırada üstüme atlayıp durmadan yalamaya başladı beni. İriyarı arkadaşım haklıydı: Ona, bu yumuşaklığım yüzünden köpeklikten başka bir şey öğretemedim. Bir de yalnızlığı öğrettim ona. Şimdi gece yarısı, ikimizi de uyku tutmadığı zaman, kendi koridorlarımızda bir ileri bir geri,sinirli adımlarla dolaşıp duruyoruz. Tekmeleyerek , sadece çişini filan tutmasını öğretebildim. Bir de ön ayağını uzatmasını öğretmiştim– onu çabuk unuttu. Biraz gerizekalı  bir köpek olduğunu sanıyorum. Kuduzdan korktuğum için veteriner öğrenmediğini de sormak istiyorum veterinere, utanıyorum. Belki de ben suçluyum bu meselede. Çünkü onu aldığım zaman, ceketimin cebine girecek kadar küçüktü; az gelişmişliğinin benden başka sorumlusu olamaz. Şimdi üzgün anlarımda ,sebepsiz yere onu tekmelediğim oluyor. Üstelik ona bir şey öğretilemezmiş artık. Bu işte de , her zaman olduğu gibi çok geç kaldığımı hissediyorum. Belki şu köpekten söz ederken sırası değil ama, ben de bazı şeyleri– kendime ait demek istiyorum–anlatmakta geç kalırsam, meyhane arkadaşlarımın bunları anlayacak gelmelerini beklersem , çok önemli bir fırsatı kaçıracağımdan korkuyorum. Çünkü, bu–ne  bileyim– tutarsızlıkları ya da ona benzer münasebetsizlikleri kendime saklarsam bundan ne çıkarım olur, değil mi efendim? Daha iyi olurum sanki? Beni bağışlayın muhterem efendim; size gerçekten büyük saygım var. İnsanları sevmiyorum derken elbette sizi katmadım onların arasına. Birçok şeyi anlayacağınızdan hiç kuşku duymadığım için… Fakat samimiyetime inanmanızı rica ederim. Bakın işte hiç sebep yokken , olup biten her şeyi anlatacağım hususunda size söz verdiğim halde–söz  vermek deyimi burada yersiz ve belki de size karşı biraz saygısızlık gibi görünüyor biliyorum–henüz tutarlı ve ilginç hiçbir şey söylememişken, neden bilmiyorum, ter içinde kalmışım.(Elimin altına koyduğum kağıt da yere düşmüş) Biraz dinlenmek için izninizi isteyeceğim. Köpeği de on iki saattir çiş.. sokağa çıkarmadım. (Böyle küçük ayrıntılarla vaktinizi aldığım için özür dilerim. Köpeği koridora kapatmıştım, beni rahatsız etmesin diye. Başını kapının camına vurup duruyor–ben öğretmedim–sinirimi bozuyor)

Size, başka şeylerden de bahsetmek isterim-bunların bu önemsiz ayrıntıların dışında, demek istiyorum. Aslında, söze nereden başlayacağımı bilemediğim için sözü uzatıyorum. Sizin gibi saygıdeğer bir kimseye anlatmak istiyorum durumumu. Başka kimseye anlatmak istemiyorum. Çünkü, boş yere konuştuğumu anladım, talihsiz birkaç denemeden  sonra. Uzun çabalardan sonra, beni dinlemesini sağladığım  bir kadın… Sözü kadınlara getirmekte biraz acele mi ettim acaba? Tabii benim sözünü ettiğim kadın sizin düşündüğünüz anlamda, cahilin biriydi. Ne yapalım ki ben!( Her şeyi anlatmaya kararlı olduğuma göre, böyle anlamsız noktalama işaretlerine sığınmamalıyım değil mi) evet ben, kadınlardan pek anlamam muhterem efendim. Daha doğrusu, onları tanımak konusunda fazla denemeden geçme fırsatını elde edemedim denebilir. Onların dilinden anlamam; sadece gözlerine kuşku ve endişeyle bakmasını bilirim. Fakat bu kadını– tabii istemeden– bazı arkadaşlarıma tanıtmak durumunda kaldığım zaman, onların gözünden, doğru bir iş yapmadığımı sezdim. O zamanlar daha köpeğim yoktu. (Bir karşılaştırma değil bu– yalnızlığımın şiddetini ifade etmek istiyorum efendim) Bunun için, bu kadının gözlerinde beni anlayan bir ifade görmediğim halde– bu sezgimde daha önce söylediğim gibi, arkadaşlarımın da payı vardı–onunla durmadan konuştum–yani ben anlattım. Allah kahretsin.(Çok özür dilerim.) Şu da var ki muhterem efendim, onu kendime bağlamak için, başlangıçta çok yaltaklandım bu kadına. Düşündükçe utanç içinde kıvranıyorum. Kafama binlerce iğle saplanıyormuş gibi oluyor. Ona kendisini sevdiğimi söyledim; oysa  ilk görüşümde ne güzel ne de akıllı bulmuştum onu.

Kadınlar da insanı alçaltıyor, efendim. Baştan çok direniyorlar; ya da benim gibilere karşı böyle davranıyorlar. Bir kere, benden çok yaşlıydı ve sarışındı. Çok özür dilerim nedense ben bu sarışınlarda çiğ  gibi bir şey, nasıl anlatmalı, pişmemiş bir hava sezerim efendim. Tabii yanılıyorum. Üstelik bir kadın, boyama bir sarışındı. Bunu da baştan anlamıştım. ‘Ben güzel değilim ki , neden beğeniyorsun beni?’’ diye sorduğu halde, onu güzel bulduğumu söylemek zorunda kaldım efendim..

“ İnsanlara karşı hiç yüzüm tutmaz. Bir de şu vardı: Bir an önce sonuca varmak istiyordum. ‘’Benim güzellik anlayışım değişiktir,’’ dedim. Onu, başka hiçbir biçimde güzel bulmak da mümkün değildi. Sonra, birbirimizin gözlerine bakmaya başladık. O gün, evi biraz derleyip toplamış, yatağımı düzeltmiştim. Her ihtimale karşı bütün tedbirleri almıştım. Bu yüzden hareketlerimde bir telaş, bir yapmacık düzen seziliyordu. Bunu anlamıştı. Onun sadece vücuduna değer verdiğimi söyleyerek beni büsbütün şaşırttı. Oysa vücudu… Allah kahretsin. Geri dönemeyeceğim bir yola girmiştim. Daha eve varmadan terlemeye başlamıştım. İşleri daha çok zorlaştırmamak için bir taksi tuttum. Arabanın kapısını açarken gözleriyle direndi bana; onu içeri–bir bakıma–iterek soktum. Şoföre rezil olacaktık neredeyse.(Çok özür dilerim; ben sizden fazla utanıyorum yemin ederim) Heyecan ve endişeden, duygularım da körleşmişti; kendimi yokladım. Hayır, hiçbir şey hissetmiyordum. (Ne olur beni bağışlayın; bu mektubu da bir yere vardırmak zorundayım. Nereye çekileceğimi bilmiyorum)

“ Muhterem efendim, acaba bir gün bu acıklı şeyleri yüz yüze konuşabilecek duruma gelebilecek miyiz–insanlığın durumu gelebilecek mi?–demek istedim. Daha iyi olabilecek miyim?demeye dilim varmıyor, buna cesaret edemiyorum. Çünkü denedim efendim, olmadı. Sözünü ettiğim mutsuz sevişme gününden sonra bu kadına karşı kendimi alçaltmayı denedim. Her gün aradım onu– ne yazık ki, başkaları gibi durmadan yeni şeylerle uğraşacak bir düzenim yok. Yani, demek istiyorum ki, bu kadını hiç olmazsa bir hafta filan aramayacak kadar küçük bir uğraşım olsaydı. Çünkü, efendim anladı sonunda kendisinden başka ilgilenecek bir şeyim olmadığını. (O sıralarda köpeğim bile yoktu, biliyorsunuz.) Onun da yoktu tabii. Sanki böyle birini isteyerek seçmiştim. Elbette içimde, bilmediğim bir yerde, bana ancak bu kadın gibi bağlanabilecek zavallıları seçmeye beni iten bir küçük hesaplılık var. Bunu inkar etmiyorum. Fakat muhterem efendim, sorarım size: Ebedi aşk nedir? İkimizin de ‘ yapacak hiçbir şeyi olmamak’tan başka ortak özelliklerimizin bulunması mıdır? Anlıyorum, yıllarca süren zorunlu bir yalnızlıktan sonra nasıl olur da bu kadar titiz davranabilirsin?  Diyeceksiniz. Fakat muhterem efendim, şurasını iyi biliniz ki bazı şeyler sorulamaz insana; bunu soran siz bile olsanız, gene aynı sözü söylerim çekinmeden. Ne demek oluyor yani? Burada, ‘’Benden daha iyisini ne hakla istiyorsun?’ gözleriyle bana bakan bu talihsiz kadın gibi hissetmemenizi bekliyorum sizden. Büyük bir incelik göstererek beni çağırmış olduğunuz kokteyl partinizde bile, bütün yüksekten bakışlarına rağmen, aslında birçok şeyin farkında olmayan birtakım insanların bulunduğunu siz benden daha iyi bilirsiniz. Ne var ki ben onlar gibi düzgün ve zarif hareketlerle konuşmasını, içki içmesini ve kadınlarla konuşmasını beceremiyordum. Gerçekten güzel kadınlar vardı ve ben yaşlı sevgilimden utanmaya başlamıştım. Hele bir tanesi, benden yana dönerek – elbette bana bakmıyordu-birden öyle bir kahkaha attı ki, sevgilim olacak o biçimsiz yaratığı hemen bırakmaya karar verdim. Bu sırada farkına varmadan sarhoş oluyordum. Hep birlikte balkona çıkılınca  ve benim şimdiye kadar görmediğim güzel bir manzara karşıma çıkınca birden parmaklıkları aşıp denize doğru uçuyorum sandım. Deniz ne kadar yakındı ve ne kadar çok şey görünüyordu. Ben böyle manzaraların ancak takvimlerde filan olduğunu düşünürdüm sadece. Bütün hızımla boşluğa savruluyor ve aynı hızla gene geri dönüyordum. Bardağımı gizlice balkonun kenarına bıraktım; oysa daha içilecek, yenilecek neler vardı. Kimse benim gibi olmamıştı; kadınlar güzel hareketlerle kadehlerini kaldırıyorlardı. Güzel olduklarını bildikleri için sanki bütün hareketlerini de güzelliklerine uydurmak için durmadan talim etmişlerdi. (Biliyorum ‘talim’sözüyle durumun güzelliğini bozuyorum.)  Elbette herkes güzel hareketlere özenir; bende bazen aynaya bakarak güzel biçimde sigara içmeye çalışırım. Fakat muhterem efendim, bilemezsiniz süreklilik ne kadar zor bir şeydir. Onun için aslında güzellere iftira ediyorum aziz efendim. Benim gibi yıllanmış acemiler için, hayat bitip tükenmez bir talimdir de , kıskanıyorum herhalde efendim. Sonra partinin en canlı yerinde, bütün gücümü toplayarak bir an için kendime geldim ve izninizi alarak ayrıldım. Durumumun perişanlığını size sezdirmemiş olmalıyım ki ertesi günü işte, erken kaçmamın sebebini sormadınız.. “


“ Dürüst namuslu mertçe sevdim onu. Gece içkili bir yere gittim, 1 kg içtim, ne içtim bilmiyorum. Şimdi ben çıktım o mahalleden. Sevdiğim insan şimdi geliyor,çıkıyormuş mahalleye. Beğeniyorum hoşlanıyorum ondan, yakışıklı (bu sözleri kızın söylemiş olması muhtemel;ama inandırıcı değil “ –sf 136/ Ne evet ne hayır

“ sevdiğim insan nişanlanmış. Ölmek istiyorum. Öldüren yok. Teselli edemiyorum kendimi,çok acı çekiyorum. “ –sf 137

“ Ölmüyorum. Sevdiğim insan içimde yaşıyor. Geceleri sessiz köşelerde ağlıyorum. Ben suçsuzum diyemiyorum, kimseye anlatamıyorum,yapmadım ben diyemiyorum,suçu üzerime alıyorum. Doğruyu anlatsam hiç kimse bana inanmayacak. Yalancı diyecekler bana. Bana bunları yapanları biliyorum ,utanıyorum. Fakat gayrimeşru insanlar bunlar,isimleri bile doğru değil,takma isim vermişlerdir. “ sf-137

“Bütün gün kılımı kıpırdatmadım. Akşama doğru biraz bahçeye çıktım; bir sandalyenin üstünde, kitap okumaya çalıştım. Bir haftadır okumak için uğraştığım ve her birinde en çok dokuzuncu sayfaya gelebildiğim on sekiz kitaptan biriydi elimdeki. Kuru yaprakları ezerek ön kapıya doğru yaklaşan bir gölge gördüm birden bire. Hemen fırladım sonra durdum, aptal dedim kendime. Ön kapıya geldiğim zaman postacı uzaklaşıyordu. Kapının altında bir mektup buldum; pullu, yazılı, damgalı bir mektup. Rahatladım. Gene de biraz telaşlıydım herhalde; hiç adetim olmadığı halde zarfı parçaladım açarken..”  


“ hikayeleri geceleri yazıyor, geceleri temize çekiyor, geceleri satmaya çalışıyorduk. Ekspres uzaklaştıktan sonra yorgun argın istasyon binasına döner; bekleme odasında yataklı vagon yolcularının verdiği kurabiyeleri yerdik. Bazen öteki satıcılar da gelirdi bizimle birlikte. Ayrancı, satamadığı ayranından ikram ederdi bize; nasıl olsa ertesi sabaha kadar ekşiyecekti ayranı. Bize biraz acıyorlardı galiba “ sf-188-189

“ Biz onlara satamadığımız hikayelerimizi veremezdik: Hiçbiri okuyup yazma bilmiyordu. Sadece sucuk-ekmekçi bazen hikayelerimizden – hangimizin ki olursa olsun-isterdi, son kopyalardan olmak şartıyla: ince kağıttan olduğu için sigara sarıyordu hikayelerimize “ sf- 189


“ istasyon şefinin de yazdıklarımıza aldırdığı yoktu; fakat nedense, her hikayemizden muhakkak bir kopya alır ve bunları özenle dosyalayarak ayrı bir dolapta saklardı: yönetmelikler böyle gerektiriyormuş. Demiryolları idaresinin toprakları içinde yazıldıkları için 248.maddenin kapsamına giriyormuş durumumuz. Kanun maddelerinden söz edilince ben elimde olmayarak kızardım: bizim durumumuzu düzeltecek, bize de istasyon toprakları içinde şerefli bir yer verecek yasalar yok muydu? Bizi sucuk-ekmek yasalarıyla bir tutan bir anlayışa her zaman karşıydım “ – sf 189


“ Düşüncemin bulandığını seziyordum. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerim de gittikçe zayıflıyordu. Günlerin nasıl geçtiğini izleyemiyordum artık. Hikayelerim için güncel olaylar bulmakta,insanları ve maceraları birbirine bağlamakta eski becerim kalmamıştı. Önemli olayları bile öğrenemiyordum çoğu zaman. Evet bazı olayları biliyordum. Savaş bitmişti. Cephelerden akın akın dönen askerler geçiyordu trenler dolusu. Onlardan kırık dökük bilgiler toplayarak savaş hikayeleri yazdım bir süre. Bu arada birçok şeyi hatırlayamıyordum: Savaş bizim ülkede mi geçmişti? Yoksa uzak çöllerde mi savaşılmıştı? Topraklarımız genişlemiş miydi, daralmış mıydı? “ – sf 193

“ Aslında geçen sürelerin kısalığı hakkında kesin bir yargıya varamıyordum. Alışmaktan başka çarem yoktu bu duruma. Artık çok genç değildim. Hikaye yazmaktan başka bir iş de bilmiyordum. Artık büyük şehire gidemez,kendime yeni bir hayat kuramazdım. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerimiz de gittikçe kendiliğinden azalıyordu. Gazetelerin pahalanması ve artık trenden başka araçlarla taşınması yüzünden önce güncel olaylarla ilişiğimizi kestik. Sonra yeni demiryolu hattı açıldı ve ekspres haftada bir gün uğramaya başladı. Bu benim de işime geliyordu. Artık bir çırpıda biten ve beni telaşla peşinden koşturan kısa hikayeler yazmak istemiyordum “ –sf 194


“ birçok şeyi unutuyordum. Fakat eleştiriler konusunda hassastım. Böyle zamanlarda,bir de çok endişelendiğim zamanlarda eski canlılığımı buluyordum. Sonra kaybediyordum, bir süre sonra. İstasyon şefi beni atacağını,artık bir işe yaramadığımı söylediği zamanlar endişeleniyordum mesela. Oysa,pek alıcı bulamamakla birlikte,daha iyi hikayeler yazdığımı sanıyordum. Kundura tamircisi de dünyada olup bitenler hakkında bir şeyler anlatıyordu. Bunların neler olduğunu şimdi tam olarak hatırladığımı da sanmıyorum. Fakat karışık ve akıl erdiremediğim bir dünyayı anlatıyordu tamirci. Ona okumaya çalıştığım hikayeleri de dinlemiyordu. Oysa ben onların gittikçe ifade edilmesi güç bir açıdan gittikçe daha büyük değer taşıdığını seziyordum. Bunu tamirciye anlatamıyordum. Çünkü gitmişti, beni yalnız bırakmıştı. “- Sf 195


Cem Kurtuluş, 2011

0 yorum: