Senaryo: Michael Haneke
Oyuncular: Jean-Louis Trintignant, Emmanuelle Riva, Isabelle Huppert
Süre: 127 dk.
Ülke: Avusturya, Fransa, Almanya
İki yastık bir yaşantıyı ne kadar ileri götürebilir? Ölüm karşısında ne kadar kayıtsız kalabiliriz, ne kadar ileri gidebiliriz? İşkence çekerek mi ölmeli kısa yoldan kendini ölüme terk etmeli mi insan? Bir hastalık sonucu bir insanın bedensel, diğerinin ruhsal çöküşleri ne ifade eder? Haneke'nin Amour'u sonda söylememiz gerekeni başta söylemek gerekirse bu sorulara cevap aramaktadır, ama başta söylenmeli olan şeyi sonra bırakılmalı,ki Haneke de bir nevi bunu ister. Aynı zamanda çaresizliğin sinemaya uyarlanışıdır. Haneke sinemasına uzak biri olarak filmden sonra okuduğum yazılar filmi izlediğim andan itibaren aynı duyguları vermişti. Dokunaklı, ürkütücü, acımasızca…
Haneke için yapılan yorumlar onun gibi sağlıksız. Onu anlamak için herhalde onun kadar hastalıklı, huzursuz, kafayı yemiş biri olmanız gerekiyor (okuduğum yorumlar istisnasız bunu göstermişti). Böyle yönetmenler her zaman kafa olarak hayatından bir şeyler alır,senaryosunda da bu şeyleri görmeniz mümkün olur. Aldıkları ödüllere şaşırır, çünkü kendi türüne ait bir kitle aramaktadır. Aldıkları ödülleri umursamaz ve diğer tabiriyle iplemezler. Bunun edebi ya da sokak terimindeki ağzı budur. Sadece kendine ait bir şey yapmak istiyor Haneke. Kısacası sinemada kuralsızlık yaratıyor Haneke.
Filmlerine alışılması gereken yönetmenlerin başında geliyor Haneke, bunu belirtmeye gerek olmasa da o dünyanın içine yavaştan adım atan biri de ne demek istenildiğini anlayacaktır. Amour’da (Aşk) 80'lerinde emekli ve eğitimli müzik öğretmeni olan bir çiftin hastalıklı mücadelesine odaklanıyor Haneke; ama film açılışını bize Anne’nin hayatı üzerinden yapıyor,bu hikayeyi sonlara bırakacak olursak daha sonrasında gittikleri bir konser sonrası eve döndüklerinde kilidi kırılmış bir ev kapısı karşılıyor bizi.
İlk sahneden itibaren Georges ve Anne için tedirginlikler başlıyor. Filmin başında yaptığı bazı şeyleri hatırlamayan Anne’nin, hayatı paylaştığı eşine dair söylediği “oturmuş kahvaltımı ediyorum sen gelmiş anlam veremediğim şeyler anlatıyorsun bana “ cümlesiyle bu bölümle eşinin Alzheimer mı olduğuna dair izleyen de bir etki yaratıyor daha baştan itibaren. Bu sözü hemen “bana acı çektirmek mi istiyorsun “ sözüyle takip etmemizi istiyor Haneke.
İlk bölümde kızları “Eva “ ile tanışıyoruz ihtiyarların. Bir takım tavsiyelerde bulunmak için ziyaretine geliyor,ama faydası dokunamayacağını daha bu bölümlerde hissettiriyor bize. Bunun karşısında babasının verdiği “gerçekten yapabileceğin hiçbir şey yok “ cümlesi bir o kadar aslında o cümlenin altında belki de biraz ezilme duygusu hissiyatını anlatıyor bize. Ağır ağır ilerleyen filmde depresif bir hava, merhamet, çaresizlik üçgeninde birleşiyor. Ölüm döşeğine yakın bir hayatta Anne’ye yardım eden bir ihtiyarın mücadelesine tanıklık ediyoruz; hareketleriyle birbirlerine bağlılıkları da bu süreçte gözümüzün önünden geçiyor.
Can yakıcı sözlerin savrulduğu bu bölümde Anne’nin “sürekli elimden tutmak zorunda değilsin,kendime bakabilirim ben “ sözü de dokunaklı şekilde gidiyor. Yatalak eşine tuvalette yardım ettiği sahnede de bütün gerçeklik göze çarpar. *-Haneke Haneke’yi Anlatıyor" kitabında bu soruna Haneke “ Eskiden,gençler yaşlılarla bir arada yaşardı ve onların,dertlerini sıkıntılarını bilirlerdi. Bugün çok daha fazla yaşlı var ama hepsi kendi köşesinde yaşıyor“ sözünü hatırlatıyor. Bir nevi aslında film daha bunun rotasını “ biz yaşlılar işimizi görürüz,gençlere ihtiyacımız yok “ mesajını veriyor.
Kendine acıyor Anne, kendine bakmaktan korkuyor; ölümle burun buruna yarışıyor. Filmin ilk bölümünde az da konuşmalarına tanıklık ettiğimiz Anne karakterinin,ikinci bölümünde tamamen yatalak;ölümü istediğini,kendisine acıdığını, Georges’un konuşmalarına karşın “artık ölümü mü istiyorsun “ cümlesine sadece bakışları yeterli oluyor.İçmek istemediği ilaçları Georges tarafından zorla içirilmesi sahnesi de filmin en şiddetli sahnesi arasında yerini alabilir.
Bununla birlikte filmde “Eva“ karakteri her ne kadar çok fazla yer almasa da belirleyici bir karakter oluyor. Daha çok annesinin hayatından ziyade farklı bir profil çiziyor bize. Filmin geriye kalan son yarım saatinde de babasıyla arasında geçen diyaloglar da bu konuyu net hatırlatıyor. Haneke bu karaktere dair “onu yargılıyor değilim “ sözünü film içinde de kullanıyor.
Filmin ilk bölümünde dediği gibi; “gerçekten yapabileceğiniz hiçbir şey yok “ sözü isabetli oluyor. Filmin finali izlediğimiz süreç boyunca bu ıstırapların sonu böyle bitmeli dedirtecek bir derinliğe sahip ve öyle de oluyor.
Haneke’nin kendini anlattığı kitabında Haneke de buna “ insan canı gibi sevdiği birinin ıstırabı karşısında ne yapar “ diye soruyor. Filmin ilk yarısında "bana acı mı çektiriyorsun" sorusu,filmin sonlarına doğruyu acıyı sonlandırma isteğine dönüştüğünün resmini çiziyor. Tam olarak da cevabı da filmin kapanışındaki cevap oluyor. Filmde aynı zamanda Georges’ın Anne’ye anlattığı tatil hikayesi de Haneke’nin yaşadıklarından yola çıkılıyor.
Bunların haricinde filmde iki ayrıntı var; birincisi güvercinin pencereden sıklıkla girmesi ve Georges’un gördüğü rüya. Güvercin kader anlamında, rüya ise ölümü çağrıştırıyor. Ama Haneke bunların her anlamını seyircinin kendisine bırakıyor. Bununla birlikte filmin başlangıcıyla başlayan sahnede filmin prodüktörü Veit Heiduschka “ filmin finali başta söylenir mi “ diye sitem vari konuşuyor (Haneke Haneke’yi Anlatıyor sf 400)
Oyunculuklara geçecek olursak... Georges karakterine hayat veren Jean-Louis Trintignant o babacan rolüyle bu işin üstesinden geliyor, yanında da Anne karakterine hayat veren Emmanuelle Riva kendisine muazzam şekilde eşlik ediyor,ki Haneke’nin uzun zamandır hayran kaldığı isimler arasında olduğunu Haneke,kendileriyle ilgili konuyu kitabında anlatıyor. Trintignant’a “otoriter” derken Emmanuelle için ise “ diğer kadın oyunculara göre en güzel kadın oydu “ ifadesini kullanıyor.
"Haneke Haneke’yi Anlatıyor" adlı kitapta Haneke Amour için “ Senaryonun ana teması ne ölüm,ne yaşlılık. Çok sevdiğiniz birinin acı çekmesi karşısında nasıl davranırsınız. Soru bu “ diyor. Bu konuda sadece bununla sınırla kalmıyor, Haneke’yi etkileyen olaylardan biri kendisini büyüten teyzesinin intiharı olduğunun da altını çiziyor.
Sonuç olarak; uzun çekimleri,ağır temposu, dekorların harikalığıyla ve beklenilmedik yerlerde ters köşeye yatırmasıyla Amour’da yaratılmak istenen ve sorulması gereken tek soru “ insan canı gibi sevdiği birinin ıstırabı karşısında ne yapar “ oluyor.
Not: Yazıda belirtilse de pek çok bilgi Everest Yayınlarından Siren İdemen çevirisiyle çıkan “Haneke, Haneke’yi Anlatıyor“ kitabından alınmıştır. Haneke’yi anlamak için ayrıca irdelenmesi gereken bir kitaptır diye not düşelim.
Filmi İzlerken Altını Çizdiklerim
“ Her şey şimdiye
kadar olduğu gibi devam edecek. Kötü olan daha da kötü olacak.Böyle devam
edecek ve bir gün son bulacak.Tüm gün uyuyor. Sonra da gece uyanıyor.(…) Her
gün konuşma egzersizi yapıp birlikte şarkı söylüyoruz. Ben genelde saat
5′te uyanıyorum. Kalktığımda hâlâ uyanık oluyor.Bezini değiştirip vücudunu
kremliyorum. Sonra saat 7 gibi yemek yedirip bir şeyler içirmeye
çalışıyorum. Bazen ikna ediyorum bazen de edemiyorum. Bazen çocukluğundan
aklına gelenleri anlatıyor. Ya da saatlerce yardım çağırıyor, Sonra birden
kıkırdamaya başlıyor. Veya ağlamaya. Hiçbirisi de görmeye değer şeyler
değil.Annenin durumu tam da beklendiği gibi, sürekli kötü. Gitgide yardıma
muhtaç bir çocuğa dönüyor. Hem onun hem de benim için üzücü ve onur kırıcı
bir durum. Bu halde görülmek de istemiyor.”
" bazen bir
canavarsın,ama çok hoşşun"
" Kimse cenazene gelmese ne derdin
hiçbir şey herhalde”
0 yorum:
Yorum Gönder