// body elementide aşağıdaki şekilde düzenlenmelidir. ...
// etiketinden önce aşağıdaki kodu ekleyebilirsiniz. // body elementide aşağıdaki şekilde düzenlenmelidir. ...

Etiketler

Tarih

Kategoriler

24 Aralık 2012

" İnsan, en sevdiği insanın acı çekmesi karşısında ne yapar?" Amour (2012):













Yönetmen: Michael Haneke
Senaryo: 
Michael Haneke
Oyuncular:
 Jean-Louis Trintignant, Emmanuelle Riva, Isabelle Huppert
Süre:
 127 dk.
Ülke: 
Avusturya, Fransa, Almanya

"İnsan, en sevdiği insanın acı çekmesi karşısında ne yapar?" : Amour (2012)- Michael Haneke

İki yastık bir yaşantıyı ne kadar ileri götürebilir? Ölüm karşısında ne kadar kayıtsız kalabiliriz, ne kadar ileri gidebiliriz? İşkence çekerek mi ölmeli kısa yoldan kendini ölüme terk etmeli mi insan? Bir hastalık sonucu bir insanın bedensel, diğerinin ruhsal çöküşleri ne ifade eder? 

Haneke'nin “Amour” 'u sonda söylememiz gerekeni başta söylemek gerekirse klasik bir tabirle  bu sorulara cevap aramaktadır, ama başta söylenmeli olan şeyi sonra bırakılmalı,ki Haneke Sineması da  bir nevi bunu isterdi. Haneke sinemasına yakın olanlar iyi bilir ki Haneke sinemasını tek cümleyle ifade etmek yersiz olur; ama Haneke’yi genç yaşlardan itibaren izlemiş biri olarak benim kafamda canlanan üç tanım oldu; dokunaklı, ürkütücü, acımasızca…

Haneke için yapılan yorumlar kendisi gibi sağlıksız. Burada”sağlıksız” diye yapılan tanımın bir diğer manası “kafadan çatlak” anlamı olarak da bakılabilir.  Böyle yönetmenler her zaman içinde kemiren düşüncelerini kafasal  olarak hayatından bir şeyler alır,senaryosunda da bu şeyleri görmeniz mümkün olur. Aldıkları ödüllere şaşırır,çünkü kendi türüne ait bir kitle aramaktadır. Aldıkları ödülleri umursamaz ve diğer tabiriyle iplemezler. Bunun edebi ya da sokak terimindeki ağzı budur.  Sadece kendine ait bir şey yapmak istiyor Haneke. Kısacası sinemada kuralsızlık yaratıyor Haneke.

Filmlerine alışılması gereken yönetmenlerin başında geliyor Haneke, bunu belirtmeye gerek olmasa da o dünyanın içine yavaştan adım atan biri de ne demek istenildiğini anlayacaktır. Haneke, Amour’u yaratırken ölüm kısmına ve kişiselliğe dair şu sözlere yer veriyor;

“Pek çoğumuz gibi ben de kişisel hayatımda, ailemde çok sevdiğim birinin hasta olduğu bir durumla karşı karşıya kaldım ve onun çektiği acılara çaresizce bakmak zorunda kaldım.  Bu çok dokunaklı bir deneyimdi.  Yaşayabileceğiniz en kötü deneyimlerden biridir.  O zaman bu filmi yapmam için kolaylaştıran bir şey  oldu.  Ancak, olası bir yanlış anlaşılmayı önlemek için, kişisel hikayemin ekranda sunulanlarla hiçbir ilgisi olmadığını belirtmek isterim.”

“Amour” da (Aşk) 80'lerinde emekli ve eğitimli müzik öğretmeni olan bir çiftin hastalıklı mücadelesine odaklanıyor Haneke; ama film açılışını bize Anne’in hayatı üzerinden yapıyor,bu hikayeyi sonlara bırakacak olursak daha sonrasında gittikleri  bir konser sonrası eve döndüklerinde kilidi kırılmış bir ev kapısı karşılıyor bizi. Buradan itibaren Anne’in korkularını gözlemiş oluyoruz. İlk sahneden itibaren Georges ve Anne için tedirginlikler başlıyor. 

Filmin başında yaptığı bazı şeyleri hatırlamayan Anne’nin, hayatı paylaştığı eşine dair söylediği  “oturmuş kahvaltımı ediyorum  sen gelmiş anlam veremediğim şeyler anlatıyorsun bana“ cümlesiyle bu bölümle eşinin “Alzheimer mı” olduğuna dair sorular sormasına neden oluyor. Bu sözü hemen “bana acı çektirmek mi istiyorsun“ sözüyle takip etmemizi istiyor Haneke. Bu esnada Anne’in çayı doldururken döküyor olması da bu hastalığın devamı niteliğinde bir aralık bırakır seyirciye.

İlk bölümde kızları “Eva“ ile tanışıyoruz. Bir takım tavsiyelerde bulunmak için ziyaretine geliyor,ama faydası dokunamayacağını daha bu bölümlerde hissettiriyor bize.  Bunun karşısında babasının verdiği “gerçekten yapabileceğin hiçbir şey yok “ cümlesi bir o kadar aslında o cümlenin altında belki de biraz ezilme duygusu hissiyatını anlatıyor bize. Belki de bu “yaşlıyız, ama siz hayatınızı uzakta bizi sormadan da geçirebilirsiniz” sözünün bir diğer anlamı. Her şey bir evin çevresinde dönüyor, bu evde iki kişi hariç,bir üçüncü kişiye de yer olmadığını resmediyor film, belki de kimseye muhtaç olmama isteği hepsi. Çünkü herkes bilir ki; yaşlılar genellikle muhtaç olmaktan pek haz almazlar.  Burda da Anne’in hastalığıyla ilgili bir takım bilgilere ulaşmış oluruz.

Hastanede geçirdiği ameliyat sonrası eve geldiğinde Georges’in Anne’ye karşı bir dayanak olduğunu hissederiz, bunu tekerlekli sandalyeden koltuğa kendisine yardım ettiği sahnede izleriz. Hastaneden eve geldiği bölümde Anne’nin Georges “beni lütfen hastaneye götürme, söz ver” deyişi aslında bir nevi bize yaşlılığın belirtisi olarak göze çarpar. Burada bir nevi “beni hastaneye götüreceğine, burada ölümümü bekle” anlamındadır.  

 Ağır ağır ilerleyen filmde  depresif bir hava, merhamet, çaresizlik üçgeninde birleşiyor. Ölüm döşeğine yakın bir hayatta Anne’ye yardım eden bir ihtiyarın mücadelesine tanıklık ediyoruz; hareketleriyle birbirlerine bağlılıkları da bu süreçte gözümüzün önünden geçiyor.

Can yakıcı sözlerin savrulduğu bu bölümde  Anne’nin “sürekli elimden tutmak zorunda değilsin,kendime bakabilirim ben “ sözü de dokunaklı şekilde gidiyor. Anne’nin ruh halinde kendine acınmasını istemez, kendi başına da bir insan olarak hareket edebildiğini devamlı söylerken gözümüze çarpar.  Yatalak eşine tuvalette yardım ettiği sahnede de bütün gerçeklik göze çarpar.

 “Haneke Haneke’yi Anlatıyor" kitabında bu soruna Haneke “Eskiden,gençler yaşlılarla bir arada yaşardı ve onların,dertlerini sıkıntılarını bilirlerdi. Bugün çok daha fazla yaşlı var ama hepsi kendi köşesinde yaşıyor“ sözünü hatırlatıyor. Bir nevi aslında film daha bunun rotasını “biz yaşlılar kendi işimizi görürüz, gençlere ihtiyacımız yok “ mesajını veriyor.

 Kendine acıyor Anne, kendine bakmaktan korkuyor; ölümle burun buruna yarışıyor. Anne’nin yüzüne bakarak kendisini analiz etmek en kolayı, bazen acıyorsunuz bazen gerçek bu dedirtiyor size. Bütün bunlara karşın Anne’in keskin cevabı “ Böyle yaşamanın ne anlamı var? Bunu neden bize çektireyim” oluyor. Acıtıcı ama keskin gerçeklik adına bundan daha iyi cevabın olmadığı bir şey. Tam burada kendi kendimize sorduğumuz soru ise “böyle bir ıstırap karşısında ne yapardınız” sorusu da Haneke tarafından bize yöneltilen bir soru. Bu soruyu Haneke cevaplamak istiyor, soru sizin tercihinizle alakalı diyor.

Bununla birlikte filmde  “Eva“ karakteri her ne kadar filmin genelinde  çok fazla yer almasa da belirleyici bir karakter oluyor. Bunu da annesini gördüğündeki üzüntüde görmek mümkün oluyor. “Tanınır halde değil,anlaşılır gibi değil” cümlesiyle anlatıyor annesiyle olan durumunu. Bu konuda da sorgulayıcı tavırda oluyor,ama geriye kalan tek cevap “yapılacak hiçbir şey yok” cümlesine sığınılıyor. Haneke’nin de bahsettiği gibi; “artık başka kimse anlamaz” onları dediği kişiler olarak merkezdeki yaşlılardan söz ediliyor, bunu Haneke kendisinin dediği gibi “Eva” karakteri üzerinden anlattığını söylese de yine kendisinin dediği gibi Eva’nın anne ve babasına karşı olan sorumluluğunu “ hiçbir şeye faydası dokunmayan bildik klişelere sarılıyor” cümlesiyle tanımlıyor.

Filmin ilk bölümünde az da konuşmalarına tanıklık ettiğimiz Anne karakterinin,ikinci bölümünde tamamen yatalak;ölümü istediğini,kendisine acıdığını, Georges’un konuşmalarına karşın “artık ölümü mü istiyorsun“ cümlesine sadece bakışları yeterli oluyor. Yatağa bağımlı olduğunda Georges’in kendisini yedirdiği sahne ise yatağa bağlı olan bir insanın çaresizliğini resmeder bize. Georges’un her kaşığı ağzına götürdüğü esnada Anne’in tiksindirici bakışı her şeyi özetler niteliktedir.

Filmin belki de sözsel anlamda en çıplak anlatımlı sahnesi Anne’in hasta bakıcı tarafından duş aldırıldığı sahne oluyor,bu bir nevi filmin ruhunu yakalamak için Haneke’nin kendi sinemasında yarattığı gerçeküstücülüktür. Bu sahneyle ilgili Haneke daha sonrasında “Isıtıcıyı çalıştırmamıza rağmen Emanuelle Riva üşümekten şikayet ediyordu” diyor. Ama aynı zamanda profesyonelce oyuncunun mesleğine duyduğu saygıyı da ifade ediyor.Gitgide  Anne’in ağırlaşan hastalığı karşısında ağır bir çaresizliğe tanıklık ederiz, Anne’in “acıyor” haykırışının diğer bir anlamı “beni öldür” cümlesinin hissiyatını seyirciye geçirir.

Filmde üstünde durulması gereken bir nokta var ki; o da güvercinlerin filmle ilgili ne anlam teşkil ettiği sorusu. Edebiyatta ,din veya mitolojide herkes için güvercinler ayrı ayrı anlamlar teşkil edebilir,ama seyircinin hissi ile yönetmenin ismi bu noktada ayrışacak konu olabilir. Birincisi güvercinin pencereden sıklıkla girmesi ve Georges’un gördüğü rüya. Güvercin “kader” anlamında, rüya ise ölümü çağrıştırıyor. Ama bunun Anne’in ölmeden önce öldükten sonra diye ikiye ayırmak da mümkün.  Ama Haneke bunların her anlamını seyircinin kendisine bırakıyor.

İlk sahnede Georges’un güvercini dışarı çıkarmak için elinden geleni yaptığını gözlemleriz, bu güvercin aynı zamanda kızı Eva ile karşılaştığında bir kara kalem çalışması olarak da karşımızda durur. Güvercin sahnesiyle  ilgili Haneke; “Güvercinli sahneleri çekmek aşırı zordu. Güvercinleri yönetmek zordur, her zaman istediğiniz yere gitmezler” açıklamasını yapıyor. Bu çekimin iki-iki buçuk gün sürdüğünü söylüyor.

Anne’in ölümü istercesine Georges’ın kendisini beslemesini reddetmesi bir tür hayatı reddetme çabasıdır. Bunu Anne filmdeki hem ruh hali,hem de surat ifadesinde ele verir. “Bunu bize niye yapayım” cümlesi de kendi hayatına karşı çektiği bir rest niteliği taşır. Georges, bir yandan ölmemesi için büyük bir sadakatle bağlı olduğu eşine tokat atması aslında tam da Haneke sinemasının sertliği tadındadır. Anne’in yüzündeki ifadeyi gördükçe Haneke “En sevdiğiniz insan böyle ıstırap çekse ne yapardınız” sorusunu sormayı ihmal etmiyor.

Filmin ilk bölümünde babasının kızına açıkladığı “gerçekten yapabileceğin hiçbir şey yok“ sözü isabetli oluyor. “Sizin kendinize dair hayatınız var, bizim de kendimize göre hayatımız var “ demesi de ikincil bir anlam içeriyor. Çünkü hayatlar ayrıldığında dünyalar da bir nevi ayrılır. Baba Georges’in ıstırap dolu yolculuğunu anlayacak ve öğrenecek olgunlukta değildir Eva, hiçbir zaman da olmamıştır, babasının da üstüne vurgu yaptığı nokta da tam burasıdır. Haneke’nin de bahsettiği “yaşlılar birbirini anlar ancak” dediği nokta da tam buraya temas ediyor.

Filmin finali izlediğimiz süreç boyunca bu ıstırapların sonu böyle bitmeli dedirtecek bir derinliğe sahip. Bütün bu acımasızlığın sürdüğü noktada Haneke’nin sorduğu “Böyle bir durumda karşı karşıya kalan insan,bunun altından nasıl kalkabilir? “ sorusu zor ve çaresiz bir soru olsa da bunun cevaplamasını da seyirciye bırakıyor. Bir gazetecinin yorumuna göre kocasının karısını boğma sahnesi “kocanın yastığı kavraması hakiki bir aşk hareketi” olarak yorumlanıyor. Georges’in tatil hikayesi de Haneke’nin yaşadıklarından yola çıkılarak işleniyor.

Haneke’nin kendini anlattığı kitabında Haneke de buna “insan canı gibi sevdiği birinin ıstırabı karşısında ne yapar“ diye soruyor. Filmin ilk yarısında "bana acı mı çektiriyorsun" sorusu,filmin sonlarına doğruyu acıyı sonlandırma isteğine dönüştüğünün resmini çiziyor. Tam olarak da cevabı da filmin kapanışındaki cevap oluyor.  Filmde aynı zamanda Georges’ın Anne’ye anlattığı tatil hikayesi de Haneke’nin yaşadıklarından yola çıkılıyor. Bu sahnelerde de Jean-Louis’in elini kırması ve diğer sahnelerde kolunun şiştiği yer gizleniyor.Filmin en uzun tiradını da bu bölüm oluşturuyor,bununla birlikte bedensel boyutunun da o kadar güçlüğe rağmen bu yaşta Jean-Louis’in performansı takdire şayan.

"Haneke Haneke’yi Anlatıyor" adlı kitapta Haneke, “Amour”  için “Senaryonun ana teması ne ölüm,ne yaşlılık. Çok sevdiğiniz birinin  acı çekmesi karşısında nasıl davranırsınız. Soru bu “ diyor.  Bu konuda sadece bununla sınırla kalmıyor,Haneke’yi etkileyen olaylardan biri kendisini büyüten teyzesinin intiharı olduğunun da altını çiziyor. 

Bütün hikayeyi toparladığımızda; “Amour” bir aşk hikayesinden fazlasıdır. Bütün soruyu seyirciye bırakır. Gerçeklik ardında acımak da ister, acımasızlık gösterisi yapmayı da yerine getirir.Sormak istediği soru da “en sevdiğiniz insan böylesine ıstırap çekiyor olsaydı ne yapardınız” sorusunu sert şekilde sorar, cevabını da kendi yöntemiyle verir Haneke. 

OYUNCULUKLAR

Oyunculuklara geçecek olursak... Georges karakterine hayat veren  Jean-Louis Trintignant o babacan rolüyle bu işin üstesinden geliyor. Haneke kendisini seçmesiyle ilgili.” Çünkü her zaman büyük hayranlık duyduğum bir oyuncuydu. Bildim bileli beni büyülemiştir. Daniel Auteil için de söylediğim gibi,sanki bir sır saklar gibidir. Fiziksel çekiciliğinin ve oyuncu olarak yeteneğinin dışında,çözülemez bir yanı vardır. Herkesin övdüğü meşhur sesinin etkisi mi? Bilemiyorum. Beni her zaman çarpan,bakışları olmuştur. Gözlerinizin içine bakarak konuşur, hatta bu bazen tedirgin edici de gelebilir” sözleriyle anlatıyor.”(Haneke, Hanekeyi Anlatıyor, s.419)

 “Anne” karakterine hayat veren  “Emmanuelle Riva” belki abartılı bir yorum olacak ama Georges karakterine kendisine kusursuz  şekilde eşlik ediyor,ki Haneke’nin uzun zamandır hayran kaldığı isimler arasında olduğunu Haneke,kendileriyle ilgili konuyu kitabında anlatıyor. Trintignant’a “otoriter” derken Emmanuelle için ise “diğer kadın oyunculara göre en güzel kadın oydu “ ifadesini kullanıyor. Kendisine hayranlık konusunda bir röportajında “Emmanuelle Riva'yı Hiroshima Mon Amour'da izlemiştim ve o zamanlar ona vurulmuştum, ama bu 50 yıl önceydi.” diye belirtiyor bu durumu. Oyunculuklarla ilgili prova yapma konusundaki farkı Haneke “Profesyonel oyuncularla asla prova yapmam. Çocuklarla ve amatör oyuncularla çalışırken yaparım.” cümlesiyle özetliyor. 

Emmanuelle Riva’nın en zorlandığı sahnenin ise duşta çıplak kalmak olduğunu söyleyerek,buna karşın “bunu çekmek zorunda mıyız” cevabıyla karşı karşıya kalıyor. Gerçekcilik adına filmin can yakıcı ve bir o kadar dokunaklı,çaresiz dolu sahnelerinden birine imza atıyor Haneke, tabii Riva’nın bunda olağanüstü çaresizliği andıran oyunculuğu da müthiş bir iş çıkarmasını sağlıyor. Aynı zamanda oyuncuyu seçerken deneme çekimi olarak hep en zor sahneyi verdiğini söylüyor Haneke. O sahne;  kadın karakterimiz Anne’nin her şeyden  habersiz şekilde hayatına olduğu gibi devam etmeye çalışırken ve çay içerken bir anda gözünden yaşların boşalma sahnesi. İnsan için en zor sahnelerinden birini oynuyor Emmanuelle Riva, başka tabiriyle donuk bir ruh hali nasıl oynanır gösteriyor,diğer anlamda bunu yaşayarak gösteriyor.  Emmanuelle Riva, bu rolü oynarken hastanedeki felçli hastaları incelemeden bu rolü oynuyor, bunu araştıran kişi Haneke oluyor.

Anne’in öğrencisi Alexandre karakterine can veren “Alexandre Tharaud”  Hanekeye göre “deneme yaptığım bütün piyanistler içinde en iyi o çıktı” yorumuyla bir nevi mükafatlandırılıyor.  Emmanuelle Riva, piyano çalmayı öğrense de; filmdeki müziklerin yorumu Alexandre Tharaud’a ait.

FİLMİN DEKORLARI

Filmin en üstünde durulması gereken yerlerinden biri olmazsa olmaz dekorları. Bu konuda Haneke, dekor sorumlusu  “Jean-Vincent Puzos” ile çalışıyor. Haneke, kendi kafasına uyan birtakım İskandinav resimlerini istese de çeşitli müzelere ait olduğundan bu beğendiği resimler filmde yer alıyor. Bunun yerine daha çok nispeten pahalı tablolar filmde yerini alıyor. Bununla ilgili de “mekana genişlik duygusu katmak amacıyla engin manzara resimlerini tuttum” diyor.

Neden “Jean-Vincent Puzos’la çalıştınız” sorusuna ise; “İspanyol ama Paris’te yetişmiş, mükemmel Fransızca tanışıyor. Fransa’da çekim yapan Amerikalılarla çok çalışıyor. Onunla daha önce de çalışmış olan görüntü yönetmenim Darius Khondji tavsiye etti. Anlaşmaya varmadan önce başkalarıyla da görüştüm. Ama bir tek o ilk buluşmaya okuduğu senaryoya göre birtakım resimler ,çizimler ve notları kaydettiği defterle gelmişti.” diyor. Bununla birlikte Jean Vincent Puzos’la ilgili “ Hakiki meşeden kütüphane bile yaptırdı” diyor Haneke.

MEKAN TERCİHİ

Sinemanın mekânsal tercihleri anlatıma göre ağır psikolojik durumlarla seyirciye karşı karşıya bırakması olasıdır. Burda da Haneke tamamen doğallıktan yana olduğunu; “Hastane ve tedavi sahnelerini göstererek sahte bir natüralizme düşmeyi de istemiyordum. Onlar bence televizyon filmlerinin işi. Benim kafamı kurcalayan ,sevdiğiniz birinin ıstırabı karşısında yaşadığınız iç çelişkileri göstermekti” diye anlatıyor bu durumu. Çoğunlukla bütün diyalogları yaşadığımız yerler bir daireden ibaret. Güvercinin içeri girmesi, rüya-kabus çekimleri ve bunla birlikte komşularının kendilerini yardımları sadece tek mekanda gerçekleşiyor, dış mekan olarak gördüğümüz tek yer konsere gittikleri andan ibaret oluyor. İlk başta Haneke bunu klasik sinema yapıtlarında filmin başlarında başrolleri tanıtan iki oyuncuyu göstererek yapıyor bunu bize. Filmde dekorlardan itibaren de “tam bir Paris Evi” tanımı yapmak da kaçınılmaz oluyor. Yukarda bahsettiğimiz dekor sorumlusu kısmından Jean Vincent Puzos’un başarısı bir yana, dekorlarda bir diğer katkının eşi Sussie’ye ait olduğunu söylüyor Haneke. “Tabloları, bibloları,küçük ayrıntıları o topladı “diyerek anlatıyor Haneke bu durumu.

Filmin ilk sahnesinde kapının hırsızlarca evlerinin kilitlerinin  kırıldığı sahnesiyle, Haneke’nin kişisel hayatındaki teyzesinin yaşadığı olayı ilişkilendiriyor. Çünkü insanın yaşı geçtikçe en ufak arızayı kendine dert edebildiğini, bunun kendisi için bir hastalığa dönüşebileceğini resmediyor Haneke.Burda da Haneke’nin teyzesi ile Anne karakteri hakkında birebir benzeşmiş oluyor.

Bununla birlikte filmi “Anne” karakterinin ölümüyle açma tercihini “Bu bir gerilim yaratma yöntemi, daha önce 71 Parça’da da seyirciye baştan bir dizi cinayeti haber vererek aynı yöntemi kullanmıştım” diye ekliyor Haneke.

KAMERA KULLANIMI

“Amour” gibi sıkıntılı ve derdi büyük olan filmlerde en büyük görev görüntü yönetmeninin sinematografik olarak başarısı olur ve bir o kadar ışığın kullanımı da bu noktada en önemli unsur oluyor. Haneke, Darius Khondji ile çalışırken gerçekçi bir ışık istediğinden dem vuruyor, bununla ilgili de şu sözlere yer veriyor

“Gerçekçi bir ışık istiyordum. Elektronik olarak ve hızlı ayarlayabileceğimiz bir spot sistemi kurdu. Jean-Vincent Puzos’la yakın işbirliği halinde çalıştılar tabii. Dekorun pencerelerin baktığı yeşil fona göre yüksekte kurulmasının bir nedeni de tepeye sabitlenen projektörlerin aydınlattığı bir alan derinliği sağlamaktı” 

(Haneke, Haneke’yi Anlatıyor, s.416, çev. Siren İdemen, Everest Yayınları, İstanbul, 2014)

 Film Hakkında Bazı Notlar:

“Yapım sırasında senaryonun tek bir kelimesi bile değiştirilmedi. Film, yazıldığı gibi, kelimesi kelimesine çekildi.”

“Yönetmen Michael Haneke'nin kişisel deneyimlerinden esinlenilmiştir. Teyzesi dejeneratif bir hastalıktan muzdaripti ve filmde görülen resimler Haneke'nin ebeveynlerine aittir.”

“Filmin daha önce "These Two" ve ardından "The Music Stops" isimleri verilmişti, bir gün öğle yemeğinde, filmin yıldızı Jean-Louis Trintignant, yönetmen Michael Haneke'ye filmin konusu aşk olduğu için neden ona Amour (Fransızca’da Aşk) denmesin diye önerdi. Michael Haneke, ismin mantıklı ve güzel olduğunu düşündü, bu yüzden filme Amour ismi verildi.”

“Film tamamen inşa edilmiş bir sette çekildi. Pencereler yeşil perdeydi ve daha sonra dijital olarak eklendi.”

“Emmanuelle Riva, şehrin kirliliğinde her gün seyahat etme fikrinden nefret ettiği için çekimler sırasında sette uyudu. Kendisine bir güvenlik görevlisi atandı.”

“Film, Görüntü Yönetmeni Darius Khondji'nin ısrarı üzerine dijital olarak çekildi ancak Michael Haneke bu görüntüden hoşlanmadı ve görüntüyü düzeltmek ve filmi tam istediği gibi göstermek için post prodüksiyonda bir yıl harcadığını söyledi.”

“Yönetmen Michael Haneke'nin oyunculara verdiği en önemli talimat, her ne pahasına olursa olsun duygusallıktan uzak durmalarıydı.”

“Resmî olmayan bir şekilde sinema oyunculuğunu bırakıp sahne çalışmalarına yoğunlaşan Jean-Louis Trintignant, Michael Haneke'ye olan hayranlığı nedeniyle erkek başrolü oynamayı (özellikle kendisi için yazılmış bir rol) kabul etti.”

“ Anne'in eski piyano öğrencisi Alexandre, ilk oyunculuk işinde gerçek bir konser piyanisti olan “Alexandre Tharaud” tarafından canlandırılıyor. Michael Haneke bu rol için gerçek bir piyanist istemişti. “Tharaud” aynı zamanda filmin müziklerine de katkıda bulundu. Eva'nın kocası Geoff'u (karakteri gibi İngiliz olan) profesyonel opera sanatçısı “William Shimell” canlandırıyor. Kızı Eva'yı canlandıran aktris “Isabelle Huppert” de piyano çalıyor.

(Yukarıdaki bilgiler IMDB.com’dan alıntılanmıştır)

Not: Yazıda belirtilse de, “Amour” filmiyle ilgili bilgiler  Everest Yayınlarından Siren İdemen çevirisiyle çıkan “Haneke, Haneke’yi Anlatıyor“ kitabından alınmıştır. (Haneke Haneke’yi Anlatıyor- Michel Cieutat, Philippe Rouyer, çev.Siren İdemen, Everest Yayınları,İstanbul,2014)

Haneke’yi anlamak için ayrıca irdelenmesi gereken bir kitaptır diye okura  not düşelim.

  Filmi İzlerken Altını Çizdiklerim

“ Her şey şimdiye kadar olduğu gibi devam edecek. Kötü olan daha da kötü olacak.Böyle devam edecek ve bir gün son bulacak.Tüm gün uyuyor. Sonra da gece uyanıyor.(…) Her gün konuşma egzersizi yapıp birlikte şarkı söylüyoruz. Ben genelde saat 5′te uyanıyorum. Kalktığımda hâlâ uyanık oluyor. Bezini değiştirip vücudunu kremliyorum. Sonra saat 7 gibi yemek yedirip bir şeyler içirmeye çalışıyorum. Bazen ikna ediyorum bazen de edemiyorum. Bazen çocukluğundan aklına gelenleri anlatıyor. Ya da saatlerce yardım çağırıyor, Sonra birden kıkırdamaya başlıyor. Veya ağlamaya. Hiçbirisi de görmeye değer şeyler değil.Annenin durumu tam da beklendiği gibi, sürekli kötü. Gitgide yardıma muhtaç bir çocuğa dönüyor. Hem onun hem de benim için üzücü ve onur kırıcı bir durum. Bu halde görülmek de istemiyor.”

 " bazen bir canavarsın,ama çok hoşşun"

 " Kimse cenazene gelmese ne derdin

hiçbir şey herhalde”

Cem Kurtuluş, 2012