" Az" müthiş bir kelime, aynı zamanda Hakan Günday'in yedinci romanı. Şiddetli mevzularla başlıyor roman,şiddetli mevzularla bitiyor. A'dan Z'ye şiddet üzerine bir romanla karşı karşıyasınız. Derda karakteriyse romanda güçlü karakter olduğu kadar öfke dolu bir karakter olarak karşımızda. “Belki de az, çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de seni az tanıyorum demek, seni kendimden iyi biliyorum demektir. Belki de az, her şey demektir.” diyor Hakan Günday " AZ " için. Bu sözler kitap hakkında okuyucuya ipucu veriyor.,
Hakan Günday kitaba Nevzat Çelik'e selam ederek başlıyor ve Kitabın arka sayfasında şu cümlelere yer veriliyor.
“ 11 yaşında bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen korucu kızı Derda ile hapisteki bir gaspçı’nın aynı yaştaki oğlu “mezarlık çocuğu’’ Derda’nın bir mezarlıkta kesişen hayatları .”
Mevzuya dönecek olursak kitabın kahramanı Derda karakteri. Güçlü bir karakter. Her türlü zorlukla,şiddetle karşı karşıya kalan bir karakter yaratıyor Hakan Günday. Derda için her şey küçük yaşta başlıyor. Derda ,acıyı o zaman tadıyor. Kaçmak için yol arıyor, ama yol bulamıyor. Derda’ya kötü davranıyorlar. İyi davranan insan sayısı az. Derda’nın korkması gereken ailesi. Babası İstanbul’a gidiyor bir daha dönmüyor. Annesini hamile bıraktıktan dört gün sonra gidiyor. Romanda Derda karakteriyle böyle tanışıyoruz. Kitabın ilk bölümü Derda'nın 6 yaşından itibaren yaşamına konuk oluyor, sonrasında Derda'nın korku dolu dünyasıyla tanışıyoruz.
Kitabın ilerleyen kısımlarında " Doğu" bölgesinde erken yaşta evlendirilen kız çocuklarının Derda'dan farkı olmadığını anlıyoruz. Derda'da onlar gibi masum,çaresiz ama yapacak bir şeyi olmayan bir karakter. İslami usullerle yetiştirilen bir aileye konuk oluyor,işkence çekiyor,dayak yiyor,kaçmak istiyor ama bunu yapamıyor. Derda'nın işkence dolu hayatıyla kitabın başından itibaren tanışıyoruz. Hayatın acımasız yönlerini Derda bize yaşadıklarıyla gösteriyor. Hayatı yavaş yavaş öğrenen, başka yerlere giden hayatın acımasızlıklarıyla karşılaşan Derda'nın hayatına kitabın ilk bölümünden itibaren tanıklık ediyoruz. Derda, genç yaşta satılmasının ardından yurt dışında neler yaşadığını gözlemliyoruz. Başka insanlar, başka ülke ve Derda'nın değişimi.. Bu değişimle birlikte Hakan Günday bizi Derda'nın acısına ortak ediyor. Kitapta geçen bir söz bile Derda'ya acımamız için yeterli bir sebep gibi duruyor; " Ve Derda'yı döve döve sikti. Londra'da sabah olana kadar... O gece Londra Tarihinin en uzun gecesi oldu, çünkü güneş bile doğmaya utandı. Bu yüzden, Londra'ya gelen en geç sabah o sabahtı."
Derda, yaşadığı hayattan memnun değil ve ileride nelerle karşılaşacağından da haberi yok. Hayatı yavaş yavaş öğreniyor. Gittiği başka şehirde hayata ayak uydurması gerekiyor. Her şeye inanıyor. Aynı günümüzdeki insanlar gibi. Konuşanları sadece dinlemekle yetiniyor. Çoğu zamanda kafasını sallıyor. Bu evet demekti. Bir film çekilecekti ve bu bir Porno filmiydi. Stanley, Derda’ya bunun için yükleniyordu. "Aç bacaklarını alalım paraları" diyordu. Derda'nın ilerleyen hayatında acı sayısı katlanıyordu. Hakan Günday, karakterlerine Mitch ve Stanley ismini verdiği kısımda Müslümanlar'a şu diyaloglarla sesleniyor, ki yeni çağdaki müslümanlara böyle seslenirken haksız sayılmaz
-
“
Bence dünyanın en seksi kadınları onlar olmalı
-
Kimler
dedi Stanley.
-
Müslüman
kadınlar. Baksana, o kadar seksi olmalılar ki her yerlerini kapatıyorlar. Yani
bir açsak kendimizi, tutamayacaksınız kendinizi diyorlar bize., anlıyor musun?
Üzerimizdeki kumaşları çıkarırsak, kendinizi kaybedersiniz demek istiyorlar biz
erkeklere! Evet, evet bunu hiç düşünmemiştim ama böyle olmalı! Yani insan,
dünyanın en güzel kadını değilse niye saklasın kendini? Tecavüze uğramaktan
korkuyor olmalılar! Şöyle düşün, sen hiç nüdist olan güzel bir kadın gördün mü?
Yok! Belki de Müslüman kadınlar ,bir çeşit silah gibidir. Ölümcül bir silah
gibi. O kadar ölümcüller ki , kılıflarından asla çıkarılmıyorlar. Nükleer
bombalar gibi! Asla ateşlenmiyorlar ama oradalar! Yani ortaya bir çıksalar,
dünyanın sonu olacak! Herkes onların kölesi olacak! Belki de tutsak alınmış
Amazonlardır “ sf 77
Derda, hayat tarafından darbeyi yemiş bir karakterdi ve Günday, Derda'nın bu darbesine karşılık bir darbede " Bütün insanlar hayat tarafından dövülür, nadiren de ödüllendirirdi " sözüyle açıklık getiriyor. Derda, hayat tarafından darbeyi yemiş bir karakterdi ve Günday, Derda'nın bu darbesine karşılık bir darbede " Bütün insanlar hayat tarafından dövülür, nadiren de ödüllendirirdi " sözüyle açıklık getiriyor.
Derda, hayat tarafından darbeyi yemiş bir karakterdi ve Günday, Derda'nın bu darbesine karşılık bir darbede " Bütün insanlar hayat tarafından dövülür, nadiren de ödüllendirirdi " sözüyle açıklık getiriyor. Derda, hayat tarafından darbeyi yemiş bir karakterdi ve Günday, Derda'nın bu darbesine karşılık bir darbede " Bütün insanlar hayat tarafından dövülür, nadiren de ödüllendirirdi " sözüyle açıklık getiriyor.
Kitabın başlarından itibaren olmasa da bir süre sonra Hakan Günday sayesinde Londra'da dolaşıyoruz. Bu sayede de karakterlerimiz artıyor. Yurt dışındaki müslüman karşıtlığını İngiltere gibi bir ülke üzerinden anlatıyor Günday. Ama uslubünce anlatıyor bunu. Günday, Derda'nın yaşadığı yaşı şöyle tarif ediyordu;
“ On dört yaş.. Tek ayakları daima kırık olduğu için sallanmaktan kurtulamayan kürsülere sahip psikiyatri ana bilim dalının, adını ergenlik koyduğu bir insanlık dönemi. Sonra da o kürsülerin ardından, düzensiz aralıklı öfke krizleri, çiğ tepkiler, aşırı davranışlar olarak belirtileri sıralanan bir insanlık hali. Kendini ve çevresini tanımaya başlama, topluma uyumda zorluk çekme benzeri başlıklarla dolu kitapların sözünü ettiği ergenlik. Ve o kitapları yazan bilimsel makale sahipleri. Ne Kara T.’yi tanıyorlardı ne de on dört yaşındayken ne halt ettiklerini hatırlıyorlardı. “
Günler geçiyor günün birinde Derda eroin komasına giriyor. Üç günde komadan çıkıyor. Ama kendine dair fazla bir şey hatırlamıyor. Bu kısımlarda Hakan Günday'ın romanlarında olan " bir şeyi hatırlamama hastalığı" karşımıza çıkıyor. Hastahane’de kaldığı gün ona bir takım sorular yöneltiliyor ama bu soruların net bir cevabı yok. Ama sonra Derda bütün her şeyi anlatıyor. Stanley,Mitch,Bezir ve Her şeyi. En sonunda babasını soruyor Derda, Geberdiğini öğrenince kahkaha atıyor. Çünkü karşısında kızıyla ensest ilişki kurmak isteyen bir baba var. Hakan Günday, ikisi arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Bir süre sonra hastalığından kurtulmaya çalışan Derda'nın " Anne " adında bir refakatçiyle neler yaşadığına, eroinle ilgili Anne'nin Derda'ya sorduğu sorular karşısında bu ikilinin yakınlıklarına tanıklık ediyoruz. Tanıklık ettiklerimiz sadece Derda'nın Anne ile yaşadıkları değil, bundan sonra farklı karakterlere yer veriyor Hakan Günday. İşte o karakterlere İsa adında biri ekleniyor. İsa, daha sonraları Derda'nın yaşadığı güçlüklere tanıklık ediyor.
Mezarlık hikayeleri vardır bilirsiniz. Hayatın ta kendisidir! Orada küçük çocuklar bidonlarıyla beklerler, mezarlıkları sularlar bunun karşılığında belli bir para alırlar. Sonra bunun karşılığında dua ederler. Hakan Günday'ın İsa'yla devam eden romanın kısımları etkiliyor bizi. Çünkü Hakan Günday romanın bu kısımlarında hayatın tokadını yiyen Mezarlık hikayeleriyle bizi etkilemeyi başarıyor.
Derda'nın ilerleyen kısımlarda nasıl bir canavara dönüştüğünü Hakan Günday bize sanki bir filmi çıplak gözlerle nasıl izlersek öyle anlatıyor. Romanın ilk bölümünde kız olan Derda'nın ne tür acılar çektiğini acıyarak okumuşken, romanın ikinci bölümünde İstanbul'da bir mezarlıkta karşılaştığı andan itibaren başlıyor diğer Derda'nın hikayesi. Bu hikayedeki Derda'nın içindeki Katil'i okuyoruz, bu bölümü içinizden değil de bir odaya kapanıp seslice okursanız Derda'nın ne kadar korkunç bir karakter olduğunu hissetmek sizin için kaçınılmaz olacaktır.Hakan Günday'ın mezarlıkta ellerinde bidon bekleyen çocuklara dair söylecek çok sözü oluyor bu kitapta,o sözlerden biri şöyle;
" Ne halt olduğu hakkında gerçekte,hiçbir fikre sahip olamadığı ölüm karşısında, " dök bakalım şu suyu, şu otları da bir temizle " gibi cümlelerden başka tepki veremeyen insanoğlunun hayal dünyasıydı mezarlık. Ve o çocuklar da o hayal dünyasındaki Peter Pan'lar. Birbirlerine o kadar benziyorlardı ki kardeşler büyüklerin yerine geçince aradaki fark anlaşılamıyor, bu yüzden de hiç büyümüyormuş gibi duruyorlardı."
Daha sonraki kısımlarda Derda'nın mezarlık işinden bir tanıdığı aracılığıyla yasal olmayan kitap işine girdiğini gözlemliyoruz. Kitap işine giriştikten sonra Derda'nın hayatında bir değişim yaşanıyor. Bu değişim Oğuz Atay'la birlikte oluyor. Kitabı zirveye tırmandıran Hakan Günday'ın Oğuz Atay sevgisi. Hakan Günday, Tutunamayanlar'a tutunuyor. Kitabın en can alıcı noktalarından benim için; Yatırca'lı Derda'nın mektubu. Oğuz Atay'ı bulmak için çabaladığı satırlarda aynı ciddiyetle okunmalı, belki kitabın bazı bölümleri havada kalabiliyor diğer Hakan Günday kitaplarına göre ama bir yerinde Hakan Günday can alıcı noktaya parmak basmayı iyi biliyor.
Aşk,Nefret, mezarlıklarda bidonla bekleyen çocuklar,öfke ve alfabenin bütün harfleri Hakan günday'ın " Az " kitabında toplanıyor. Adı küçük,ama içindekileriyle ders veren bir roman " AZ" Günday bu romanda şiddetin dilini iyi aktarmasının yanında Oğuz Atay'ı da romanında selamlıyor ve kitapta Oğuz Atay'ın -yaşarken- değerinin bilinmemesini kafasına takan Derda'nın başından geçenleri okuyucuya sunuyor. Okuyucuya sunarken bağlantılar arası kopukluk oluyor, bu da kitabın eksiklerinden olarak göze çarpıyor.
" AZ" Diğer Hakan Günday kitaplarına göre okuyucunun gözünde vasat kitap gibi görünse de anlattığı farklı mevzularla ilgi çekmeyi başarıyor. Başarısız bir roman değil " AZ" ama başarılı bir roman da sayıldığını söyleyemem(-kişisel olarak) Sözcüklerin ne denli büyük olduğu kitabı okuyarak daha anlaşılacaktır. O yüzden " AZ " adı küçük ama içindekileriyle ders veren bir roman olarak hatırlanacaktır.
Okurken altını çizdiklerim
“ Alfabeyle yazılmış on binlerce kelime ve yüz binlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi..." v Kişinin benliğini kırmanın birinci şartı sopalarla dövmek değil, sahip olduğu adı reddetmekti. Sonra da yeni bir ad koymak. Sahip, ad koyandı. “
“İnsan doğar. On-on beş yıl sonra dünyanın nasıl bir tezgah olduğunu ve doğumla ölüm arasına nasıl hapsedildiğini fark eder. Bu aslında bir histir, bilgi değil. Çünkü hayat aşırı bir süreçtir, çünkü dünya aşırı bir yerdir ve ikisinin de hak ettiği ,suratlarının ortasına inen aşırı şiddetli yumruklardır. Bu yüzden ,ergen isyanı bir insanı öldürmek için onu altmış kez bıçaklamaktır. Çünkü gözlerini dünyaya ancak on dört yaşlarında açabilen biri, her insanın, ağzı tüten en az altmış ejderha tarafından kuşatılmış olduğunu anlayandır. Sonuç olarak insanlığın ergenlik hali, bütün aptallığına rağmen, hayatı boyunca, özgür bir yaratığa en çok benzediği dönemdir. “
“ Ne zaman ki hayat ve dünya uysallaşır, o zaman ergenlerden sakin olmaları beklenebilir. Çünkü eğer bu dünyada bir yerlerde, başka çocuklar açlıktan geberip gidiyorsa bunu da bilmeye gerek yoktu. O dünyanın zaten açlıktan nefesi kokardı. Ve çocukların burunları bu kokuları alır, ergen öfkesi olarak da geri verirdi. Ta ki burunları yetişkin uysallığıyla tıkanana kadar. “
“ İnsan ,sadece çağırabileceklerinin adını öğrenirdi. Kimse, bir iz bırakmadan kaybolmaya cesaret edemiyordu. Dünyadan gelip geçtiklerine birilerinin tanıklık etmesi şarttı. Varlıklarını süslemek için. Öyle ya da böyle, herkesin bir ölümsüzlük planı vardı. Ama Yasin fazla ölü görmüştü. Hayatı boyunca bir savaş alanında yaşamış gibi. Dünya üzerinde hayatta kalan son insan kadar ölü görmüştü. Belki de bu yüzden yok olup gitmekten korkmuyordu. Var olmaktan yeterince korktuğu için.”
“ Belki de hayat, yanlış anlayınca güzeldi. Sadece yanlış anlayınca. Ama Her şeyi… “
“ Nereden bilebilirdi Tayyar? Yıllar önce ,en fazla yarım saat gördüğü bir çocuğun binlerce gün sonra yine bir yarım saat içinde kendini öldüreceğini. Nereden bilebilirdi Derda? Tayyar’ı öldürerek, kendininki hariç, herkesin intikamını aldığını. Nereden bilebilirdi İsrafil? Derda ile Tayyar’ı asla yan yana getirmemesi gerektiğini. Nereden bilebilirdi çöpçü Hanif? Derda sayesinde hayatta kaldığını. Nereden bilebilirdi insanoğlu? varlığının sonuçlarını. Hepsinin de yanıtı aynıydı: hiçbir yerden. “
“ Belki de bu sayede hayat devam ediyordu. Kimse, neye neden olduğunu önceden bilemediği için. Çünkü her davranışının zaman içindeki bütün sonuçlarına önceden tanıklık eden kişinin ilk tepkisi büyük ihtimalle, durmak olurdu. Durmak ve durdurmak. Dehşet içinde. Hareket etme korkusundan kalbi durana kadar. Çünkü her hareketin nihai sonucu acıydı ve belki de ,insanoğlu bunu bilse ,hiç doğmazdı. Belki de daha kötüsü, bütün bunları bilse de doğmaya devam ederdi. Ne de olsa ,insandı ve doğası gereği arsızdı. Doğmak için her şeyi yapardı. Gerekirse karnından çıktığı annesinin leşini doğumhanede bırakır, hatta dünyaya ikizine yapışık bile gelir, ama yine de doğardı…”
“ Derda sevgilisinin peşinde çıkmış olduğu yolculukta her şeyi göğüslemeye hazırdı. Dövüşmeye, yaralanmaya hatta ölmeye bile hazırdı. Ama bir avukat beklemiyordu. Hele böylesi bir teklifle karşılaşmayı hiç beklemiyordu. Ne diyeceğini bilemedi, çünkü konuşmayı da hiçbir zaman becerememişti. Sadece bir yolculuğa çıktığını biliyordu..”
“Neredesin, diye soruyordun. İşte buradayım. Benim adım Derda. On altı yaşımda, üç cinayet işleyip iki kişiyi sakat bıraktım. Bazılarını kendim, bazılarını da Oğuz Atay için yaptım. Ya da belki bir deli olduğum için sonra fark etmediğini anladım. Sonuçta, kırk yaşındayım ve yirmi dört yıldır bir hücrede yaşıyorum.”
- “ Bence dünyanın en seksi kadınları onlar olmalı
- Kimler dedi Stanley.
- Müslüman kadınlar. Baksana, o kadar seksi olmalılar ki her yerlerini kapatıyorlar. Yani bir açsak kendimizi, tutamayacaksınız kendinizi diyorlar bize., anlıyor musun? Üzerimizdeki kumaşları çıkarırsak, kendinizi kaybedersiniz demek istiyorlar biz erkeklere! Evet, evet bunu hiç düşünmemiştim ama böyle olmalı! Yani insan, dünyanın en güzel kadını değilse niye saklasın kendini? Tecavüze uğramaktan korkuyor olmalılar! Şöyle düşün, sen hiç nüdist olan güzel bir kadın gördün mü? Yok! Belki de Müslüman kadınlar ,bir çeşit silah gibidir. Ölümcül bir silah gibi. O kadar ölümcüller ki , kılıflarından asla çıkarılmıyorlar. Nükleer bombalar gibi! Asla ateşlenmiyorlar ama oradalar! Yani ortaya bir çıksalar, dünyanın sonu olacak! Herkes onların kölesi olacak! Belki de tutsak alınmış Amazonlardır “ sf 77
“ Güçlerini nicelik
ve işlevsellikten alan bütün oluşumlar gibi, Hikmetçilik de intiharı sonsuza
kadar lanetlenmenin en kestirme yolu olarak benimsenmişti. Ne de olsa,
Hikmetçiliğin varlığı Hikmetçilerin hayatta kalmasına bağlıydı. Ve dava uğruna
değil de kendi adına ölmüş olanlar hiçbir işe yaramıyordu. Dolayısıyla
Hikmetçiler, intihar ederek ölen, üstelik son nefesini yüzü açık veren Rahime’nin
cenazesini ellerinin tersiyle itmişlerdi.” – sf 89
“
Bütün insanlar hayat tarafından dövülür, nadiren de ödüllendirilirdi. “
“
İnlemelerin duvarlarda böcek gibi süründüğü yatak odasındaki deri ve metal
aksesuarlar ise sadece bir ayrıntıydı havaya girmek için. Gerçek hayatta
onların yerini kartvizitler, evrak çantaları, kravatlar, içinde eşantiyon
parfüm şişeleri olan kadın çantaları, numarasız da olsa yakıştığı için takılan
şeffaf camlı gözlükler, renkli lensler, saç boyaları, indirimli epilasyon
broşürleri, herkesten gizlenerek zayıflamak için satın alınıp yatak odasına
konan spor aletleri, yaramaz çocukların çekildikçe çekilmeye alışan kulakları,
radyasyon oranının yüksekliği, otuz yıl vadeyle alınan iki odalı bodrum
katları, bütün taksitli alışverişler, kanunlar, polis copları, yedikçe kanser
yapan gıdalar, içilmese de kanser yapan sigaralar ve siyasi ya da dini
liderlerin nurlu yüzlerindeki porselen dişler alıyordu. Bir de gerçek hayattaki
şiddetin önünde ya da arkasında lütfen,rica,özür gibi kelimeler oluyordu.
Dolayısıyla insanın, hayatla olan çoğu acıya, azı zevke dayalı ilişkisini
kabullenip oyunu kurallarına göre oynamaması kesinlikle bir hastalık değildi.
Bazı psikologların, sado-mazo gecelere sahip müşterilerine dedi,kleri gibi. Bu
sadece neyin ne olduğunu anlamaktı. Çocukken yaşanan taciz ya da tecavüzlerin
travmadik sonuçlarından ibaret değildi bütün bunlar.” – sf 96
“
Travmatik olan hayattı. Hepsi. Bütün hayat. Her şey. Özellikle de , travmatik
gibi durmayan ne varsa. Doğmak gibi. Dolayısıyla, doğum sonrası depresyon, yeni
annelerin yakalandığı psikolojik bir hastalığın değil, hayatın tanımıydı.
Hayatta kalma isteğinin. Hayata rağmen. “ – sf 97
“Beni tanımıyorsun. Yaşadığımdan bile haberin yok. Ama ben seni gördüm. Nasıl dövüştüğünü gördüm. Nasıl yalvardığını da gördüm. Ben sana beş yıldır bakıyorum. Beş yıldır, her gün.. Buradan çıkmama kırk gün kaldı. Nerede olduğunu bilmiyorum. Hayatta olup olmadığını da bilmiyorum. Ama kırk gün sonra, bu mektup ve ben bir yolculuğa çıkacağız. Bu mektup ve ben, kendimizi sana teslim etmek için dünyayı dolaşacağız. Bu yolculuk, sensiz başlayıp bizimle bitecek. Gerekirse, bu yolculuk sensiz başlayıp bizimle bitecek. Gerekirse, bu yolculuk ölüme dek sürecek.”
“Adını çok düşündüm. Bildiklerimden hiçbirini yakıştıramadım. Seni bulduğum gün, senden duyacağım. Bu yüzden tahmin etmeyi bıraktım. Şimdilik sana, sevgilim diyorum. Umarım kızmazsın. Sana yemin ediyorum. Her neredeysen gelip seni bulacağım. Eğer öldüysen peşinden koşacağım. Ölümden sonra hayat yoksa da, sana kavuşmak için onu yaratacağım . Çünkü sana Aşığım . –Derda”
“Arayacağı kimse yoktu. Bu yüzden ilk birkaç hafta telefona dokunmadı bile. Sonra bir gün, eline alıp sağını solunu karıştırmaya başladı. Kesinlikle tanımadığı bir teknolojiydi ve ne yaptığının farkında değildi. Bu yüzden telefonun ekranında, aniden başlayan filmin sesini duyunca irkildi. Nasıl susturacağını bulana kadar çok uğraştı. Neredeyse parçalayıp tuvalet deliğine atacaktı. Yanlışlıkla da olsa , dokunması gereken noktayı buldu ve sesini kıstı. Ancak o zaman, ekrandaki görüntüye daha dikkatle bakabildi. Bir filmdi izlediği . Sıradan bir film. Gülümsedi. Kapalı geçirdiği yirmi iki yıldan sonra, elinde dışarıya ait bir dünya vardı . O kadar heyecanlandı ki kahkaha atmaya başladı. Sonra da eliyle ağzını kapatıp kendini susturdu. “
“ Follia adındaki sonsuz melodinin eşliğinde birbirlerine son kez bakıp uyudular. Ölümüne. Seksen yaşındaydı . İkisi de. Birlikte olabilmek için kırk yıl, birlikte ölmek için de bir kırk yıl daha yaşamışlardı. “
“ Derda bir felçli gibi yatıyordu. Beton zeminde görünmez bir çarmıha gerilmiş gibi kollarını iki yana uzatmıştı. Her nefes alıp verişinde göğsünün üzerindeki Tutunamayanlar yükselip alçalıyordu. Yedi yüz küsur sayfalık kitabı bitirmiş tavana bakıyordu. Hayatı boyunca okuduğu ilk romandı. Anladığıysa bir toz kadar. Zihninde tek bir toz tanesi, hızla inip kalkan göğsündeyse Tutunamayanlar’ın geriye kalanı vardı. Bu yüzden nefes almakta zorlanıyordu. Cümleleri anlayamamış olsa da , bir araya geldiklerinde hissettiklerinden. Derda, Oğuz Atay’ı anlayamamış, ancak daha da ileriye gidip hissetmişti. Belki de oraya giden yol, anlamamaktan geçiyordu. Romandaki adlar, olaylar,karşılaşmalar,söylenenler, her şey başının etrafında dönüyor, evin dört duvarını renkten renge sokuyorlardı. Derda, tavanı bir gökkuşağı gibi izliyor, yağmurun altındaki bir sarhoş gibi yatıyordu.. “
“ Hayatı boyunca beklemiş gibi aldı sigarayı. Ateşi bulmuş gibi yaktı. Yüz yıldır içiyormuş gibi çekti ciğerine dumanı. Oysa onun da ilk seferiydi. Kim bilir o gün , daha kaç çocuk başlamıştı sigaraya, Dünyanın dört bir yanında.. “
“ Dünyanın en şanssız çocuklarından biriydi. Çünkü ailesi,kentin en büyük mezarlığının yanından, ikinci en büyük mezarlığının yanına taşınmıştı. İsa yine mezar temizleyecekti. Temizledikçe de , bir önceki mezarlıkta yaşananları hatırlayacaktı. Oysa unutmak istiyordu. Unutmanın en kolay yolunu da anlatmak sanıyordu. “
“ Eğer ,insanların ölülerini yakıp sadece gökyüzüne bakarak andıkları bir ülkede yaşıyor olsalardı beş kuruş kazanamazlardı. Ama doğdukları kentte, hayatta kalanlar, ölülerini anmak için, en son görüldükleri yer olan mezarlarına geliyor ve başlarında durup birkaç kez burun çektikten sonra zamanında az para vermedikleri mermerleri yıkatıyorlardı. Çocuklar da bu noktada devreye giriyordu. Ellerindeki plastik fırçalar ve su bidonlarla. Ölüsünü hatırlamaya gelmiş olanın duygusal açıdan gevşemesini fırsat bilip karşısına dikiliyor ve merhamet ağacından para toplamak için küçük ellerini uzatıyorlardı. Hayatın yan sanayisi denebilecek bir ticaretti bu aslında. Hayattan sonrasına ilişkindi. Yaşayanın ölü olan iletişimine bir katkıydı. “
Cem Kurtuluş,2011
0 yorum:
Yorum Gönder