Futbol adına en büyük gerçeklik bir bakıma Bill Shankly’nin “ Futbol bir ölüm-kalım meselesi değildir. ondan
çok daha önemlidir.” sözünde
saklıdır. Bu herkes için geçerli olmasa da futbolu ihtiyaç duyduğu bir suya
benzetenler de vardı. Basit ve ucuz işlerde çalışıp hafta sonunda adrenalinin
içine dalmak, belki de bütün hafta o ucuz işte mahvolmuş hayatını hafta sonu
unutmak isteyen milyonlar vardı ve bu sadece
bir oyun değildi, taraftarların takımına tutkuyla bağlandığı bir spordan daha
da öte bir şeydi. Ve yapılacak bir şey olmadığında kavgaya, şiddete
başvururdun. Bu şiddet seni bazen kendine getirirdi. Bir yumruk seni kendine
getirebilen tek şeydi. Ve bu, dönüşü olmayan bir yoldu.
Temasını gerçek yaşamın içinden alan kendini tek yumrukla bayıltmanın insana zevk verici yönünün belirleyicisi olan “ The Football Factory “ bir Nick Love yapımı olmakla birlikte başlangıç itibariyle 30’una merdiven dayamış, hayat anlamında heyecanı kalmayan kanlı bir ortamın içinde bulan yüzüne tekme yiyen Tommy Johnson’u merkeze koyarak başlatıyor hikayesini. Bu hikayeye Tommy Johnson’un sesiyle birlikte alt metin yerleştiriliyor, Tommy’nin sesinden “ Seksten yoksunum,sulandırılmış sarı bira, yüksek dozda uyuşturucu. Zaman zaman birilerini dövüp canını okurum” cümlesiyle aktarıyor bize olan biteni.
Bu tamamen olan biten olmasa da en azından filmin başlangıcı için seyirciye ne alması gerektiğine dair samimi bir mesaj veriyor. Filmin başından itibaren holiganizmin merkezinde olan Chelsea-Milwall takımlarının temasından yola çıkan filmde mekan basarak şiddetin dozunu arttıran Billy ve Tommy’nin tayfasıyla birlikte başlayan süreçte bir kadının “ülkenin adını kötüye çıkarıyorsunuz “sözünde afallayıp bir yumruk yemesinden sonra her şey Tommy Johnson’un ağzından dökülmeye başlar
“Cumartesi başka ne yapacaksın ki? Lanet koltuğuna oturup pop idolleriyle mi tatmin olacaksın”
Filmin ilk yarısı itibariyle tırmanan fanatizmin doruklarında yaşamanın şiddete giden yolda Billy Bright’ın eşiyle çıktığı bir yemek sonrasında Milwall’ın çıkmasıyla birlikte içinde heyecan, mutluluk,bir o kadar verdiği öfke duygusuna tanıklık ediyoruz. Bu düşmanlarını bekleyen bütün tayfa için aynı doğrultuda oluyor. Hikayenin anlatımının klasik İngiliz usulü işlediğini söylemekle birlikte Trainspotting ve This is England filmlere yakınlığının da altını çizmekte yarar var. Filmin en kritik sahnesini de köprü altında kavga için buluşulan Milwall-Chelsea tayfasının kıyasıya kavgası oluşturuyor. Filmin tamamı kıyasıya kavgalardan oluşmasa da sıkı arkadaşlıklarından doğan kavga amaçları film adına sıkı şekilde işleniyor.
Oyunculuklara gelecek olursak… Bill Fright karakterine can veren Frank Harper; kavgacı yapısının altındaki iri cüssesi, ağzı bozuk karakteriyle filmin kendine özgü en olgun karakterlerinden birini oynayarak ruhla oynadığını kanıtlıyor, Tommy Johnson karakterine can veren Danny Dyer ise yediği dayaklar sonrası ve iç sesiyle de psikolojik ve diğer açıdan rollerin üstünden kalkmasını biliyor. Film adına sıklıkla görünen iki karakter Billy Fright ve Tommy Johnson oluyor. Yan karakterlerden Bill Farell karakterine can veren Dudley Sutton ise yaşlı karakteriyle, olgunluğuyla, eski İngilizlerin stilini yansıtıyor.
Bunun yanında filmin Cast kadrosu tam olarak İngiliz yaşam stilini ve “ Casual “ giyimine dair klas iş çıkartıyor. Gerek müzikler, gerek kostümler bu açıdan film doyurucu oluyor. Karakterlerin filmin temasıyla uyumu, örtüşmesi bu açıdan da artı puan kazandırıyor.
Yönetmene gelecek olursak… The Firm filminden tanıdığımız Nick Love, daha önce başka filmlerde de ismini duymuştuk. Daha çok “Casual” kültürü ile ilgili olup bir eski Milwall taraftarı, 80’lerdeki giyim tarzları ve 80’lerle ilgili bir çok takıntısı olan birinden fazlası. Ama daha çok isminin ön plana çıktığı film “ The Football Factory “ John King’in kitabından uyarlanan film “The Football Factory” John King ise Futbol ile Şiddeti şöyle yorumluyor.
“ İçindeki korku o kadar büyük ki neredeyse donuna yapacaksın. Ama sen yine de saldırmak istiyorsun. Bu tuhaf duygunun ortaya çıkardığı heyecan, zevk o anda istediğin bir şey. Bir yolunu bulup korkunu yeneceksin ve hayatında ilk defa yapacaklarını ömür boyu unutamayacaksın ebediyen üzerinde kalacak. Adrenalin diyorlar, doğrudur tek bildiğim ne uyuşturucu ,ne seks ,ne de para bu tadı veremez “
Sonuç olarak; Futbol ve şiddet arasındaki bağlantıyı insanın kendi iç dünyasındaki bazen psikolojik bazen de farklı unsurlarla işleyen, holiganizmi merkeze alsa da bunu aslında çok fazla sahneyi uzatarak yapmayan, John King’in aynı adlı romanından uyarlanan “ The Football Factory “ filmin finalinde dediği gibi bizi tek soruyla karşı karşıya bırakıyor
“Her şeye değer mi? "
Filmi İzlerken Altını Çizdiklerim;
" Cumartesi günü başka ne yapacaksın ki ?
Lanet
koltuğuna oturup pop idolleriyle mi tatmin olucaksın ?
Seksten
yoksun evliliğinde mücadele verirken sonra da karının bakışlarından kaçmaya mı
çalışacaksın?
Sonra
da paranı kebaplara mı yatıracaksın , meyve preslerine ve sarılara ?
Hadi
canım boş versene .Ben ne yapacağımı biliyorum .”Tottenham Deplasmanı
Bayılırım..”
“ şiddete en yakın şey sekstir”
“eski düşmanlığın sonu her zaman cinayetle noktalanır”
Cem Kurtuluş,2012
0 yorum:
Yorum Gönder