"Bir tenis maçında topun çizgiye yaklaştığı anlar vardır. Biraz da şansın yardımıyla top içeri düşebilir ve kazanırsın. Ya da ileri gider ve kaybedersin. Gerçek bu kadar basit midir?”
Hayatta şans faktörü ne kadar önemlidir bilirsiniz. Top fileye takılırsa
hayatınız çıkmaz sokağa girebilir, ama top şimdilik fileyi geçmişse biraz daha
şansınız yaver gidebilir. Bu gibi şeyler hayatın değişmez kuralları
arasındadır. Woody Allen sinemasının filmlerinden biri
olan “Match Point” filminde dediği gibi “İyi
olmaktansa, şanslı olmayı tercih ederim” diyen adam, hayatı anlamış adamdır.”
Sözünün haklılığı üzerinden yola çıkıyor.
Allen’ın hem yönettiği hem oynadığı film olan “Annie Hall” filmiyle
Allen sinemasına giriş yaptım. Doğru bir tercih mi bilmiyorum ama
Allen’ın en başarılı filmlerinden biri olduğunu söylemek yanlış olmaz. “Match
Point” filminde de Allen sinemasının karakteristik özelliği yeniden
beliriyor. Annie Hall filmiyle kıyaslanması mümkün
değil.
Aldatmak, seks, kadın-erkek ilişkileri, kader ve şans arasındaki
bağlantılar filmin konusunu oluşturuyor. Filmin açılışını “ Match Point “ şans
kavramıyla yapıyor. “Hikaye, genç tenis eğitmeni Chris Wilton’ın
(Jonathan Rhys Meyers) Londra’ya taşınması ve bunun ardından İngiliz
sosyetesinin önde gelen ailelerinden Hewettler’in oğlu Tom’a (Matthew Goode)
özel dersler vermesiyle başlıyor.” Filmin ilk yarısında tenis
eğitmeni;çekingen bir genç olan Chris Wilton zaman geçtikçe başka kişilerin de
hikayeye dahil olmasıyla yeni geldiği şehire alışma durumunu kısa sürede
atlatıyor. Chris Wilton; babasının dinle ilgili durumunu “ her iki
bacağını da kaybettikten sonra İsa’yı bulmuş “ sözüyle anlatıyor.
Filmin baş kahramanı olan Chris ile güzelliğiyle
büyüleyen seksi bir kadın görüntüsü çizen Nora’nın ilk süreçten birbirinden
etkiler bırakmasını sonra birbirlerini yakından tanımak istediklerini film bu
süreçte gösteriyor.
Chris Wilton üzerinden konuşacak olursak; ilk başta tenis eğitmeni
olarak devam ettiği dünya ile daha sonrasında sorumluluk yüklenen bir dünyaya
adım atan Chris Wilton’un iki dünyasını birbirinden ayırmak gerekir.
Bununla birlikte bu dünyada seksi bir kadın olan Nora ile
tutkulu ve yasaklı bir ilişki yaşadığına tanıklık ediyoruz kahramanımızın.
Böyle bir durumda film bize “kendinize sadık bir kadını mı tercih edersiniz
yoksa seksiliğiyle tahrik edici durumu yüksek olan bir kadını mı tercih
edersiniz” sorusunu inceden soruyor.
Tutku,seks,şehvet, aşk, yasak-ilişki kavramları üzerinden ilerleyen
filmde tutku ve seks çemberinde hamile kalamama sorununa “ gerçek
tutkuyla hamile kalınıyor, saçma bir doğurganlık projesiyle değil “ sözüyle
yanıt veriyor “ Match Point “
Yasak ilişki, aldatmak, şans, kader bağlantılarıyla ilerleyen filmde
filmin sonuna doğru karakterleri kamerada gösterirken “Büyük
entrikaların gerçekleşmesi için bazen masumlar da katledilebilir” mesajıyla
film son buluyor. Özellikle bu bölümler insanın içini cız ettirecek etkiye
sahip. Yeşilçam senaryolarına benzerliğini kurabileceğiniz, ama çoğu
yabancı romantik filmde sonların ölüm değil de ayrılık olduğunu düşünürsek bu
filmi diğer romantik filmlerden farklı bir noktaya taşıyor. Bununla birlikte
Dostoyevski’nin kitabı “Suç ve Ceza”dan alıntıların filme
yansıtılması, film müziklerinin operayla süslenmesi ve sekanslarıyla
film takdiri hak ediyor. Filmde diğer bir nokta Nora ile kaçamak ilişki
yaşayan Chris Wilton’un yağmur altında sevişme sahnesi en klas sahneler
arasında yerini alıyor.
Tema olarak şans faktörünün metafor olarak tenise benzetilmesi
Allen sinemasını izleyenler için şaşırtıcı bir detay olmasa da filmde görülen
güzelliklerden sadece birkaçı.
Oyunculuklara gelirsek...Nora karakterini oynayan Scarlett
Johansonn vücut diliyle karşımıza çıkıyor bu filmde, seksi vücudunu ve
kadınlığını kullanması dikkatlerden kaçmıyor, Chris Wilton karakterini
oynayan Jonathan Rhys Meyers, Nora karakterini
oynayan Scarlett Johansson’dan daha yüksek bir puanı hak ediyor.
Aynı zaman Woody Allen, Scarlet Johnson ile Jonathan Rhys Meyers’ın oynaması
hakkında “Çok seksi birini istedim, böylece seyirci Jonathan'ın
neden onun için heyecan verici bir tutku hissettiğini anlayabildi. Ateşli bir
çift olmak zorundaydılar.” açıklamasını yapıyor.
Sonuç olarak; 2000’li yıllarda Woody Allen sinemasının Dostoyevski
referanslarıyla, soundtrack’iyle, sekanslarıyla, senaryosuyla ve kadın-erkek
ilişkilerini irdelemesiyle başarılı bir film “Match Point”,
ama iki saate yakın süresinde gelişen anlatımın çok da başarılı olduğunu
söylemek zor. Ama siz yine de topu fileden geçirmeye bakın, aksi takdirde
hiç şansınız kalmayabilir.
Tom: “Ümitsizlik direncin kayboluşuna giden yoldur.”
Cem Kurtuluş,2013
0 yorum:
Yorum Gönder