" Romanlarımda bir mezarlık yaratacak kadar çok adam öldürdüm" – Ahmet Ümit
Tarlabaşı..
Beyoğlu’nda pisliğin
döndüğü adres. Tinercisi, fahişesi, torbacısı, eş cinseli, sokakta kadın satan
pezevengi, anarşisti, ayyaşları ve her tür insanı barındıran bir adres. Her
türlü pisliğe bu sokaklarda rastlayabilirsiniz. Duvar dibine işediğiniz bir gün
kabadayı tiplemeleri karşınızda görebilirsiniz , ya da damınız yok diye bir
bardan köşe dibine atılıp, çıkmadığınız takdirde hunharca dövülebilirsiniz. Her
türlü mevzuya, vukuata bu sokaklarda denk gelmeniz kaçınılmazdır. Cinayetlerde
sokakların vazgeçilmezidir. O sokakların birinde aşırı doz eroinle çöp
konteynerlerında ceset görebilirsiniz. Mevzu Tarlabaşı sokakları olunca her şey
aklınıza gelebilir.
Ahmet Ümit ismi herkese
tanıdık gelecektir. Kimimizin yayınevlerinde sıkça isminden söz ettirdiği, kimisinin
de hayranı olduğu bir yazar Ahmet Ümit. Kendisiyle tanışıklığım “
Beyoğlunun En Güzel Abisi” kitabıyla oldu. İmza günlerini sevmemek bir
yana imza gününde okurlarıyla olan samimiyeti herkes gibi beni de sevindirdi.
Ek olarak bilmeyenler için Ahmet Ümit korsan kitapları imzalamıyor, korsan
kitaplara karşı karşıtlığı mı var bilmiyorum. Bu konuda söylenecek tek söz
yayınevlerinin kitapları fahiş fiyatlardan satması olur.
Ahmet Ümit hakkında herkes
az çok bilgi sahibidir. Kendisine ön yargım olmasının sebebi popüler kültüre
daha yakın olması, kitaplarının çok fazla okura hitap ediyor olmasıydı. Bu
önyargımı kırarak “ Beyoğlunun En Güzel Abisi” kitabını
edindim. Meseleye dönecek olursak Ahmet Ümit ’in son kitabı “
Beyoğlunun En Güzel Abisi” Beyoğlu’nun yıkık dökük sokaklarına doğru
okuru yolculuğa çıkarıyor.
Diğer bir konu ise romanın
baş kahramanı Başkomiser Nevzat. Ahmet Ümit Başkomiser Nevzat karakterini nasıl
yarattığını şöyle anlatır ;
“ 1998 yılında Yeniyüzyıl gazetesi Avrupa'da ve Amerika'daki gibi biz de polisiye öykü yayınlayalım dendi ben de tam sayfa bir hikaye yazayım dedim ama burada bir baş karakter olsun dedim, Sherlock Holmes gibi Hercule Poirot gibi, Başkomser Nevzat böyle çıktı. Başkomiser Nevzat'ı oluşturan bir gerçek karakter, iki sinema karakteri var. Gerçek karakter 12 Eylül öncesi Adana'da Emniyet müdürü olan Cevat Yurdakul'dur. Cevat Yurdakul öldürülmüştü o zaman. Namuslu ve dürüst bir insandı. Bir o esinledi beni diğerleri de iki sinema karakteri Yavuz Turgul'un Muhsin Bey filmindeki Muhsin Bey karakteri diğeri ise mutlaka izlemeniz önerdiğim Atıf Yılmaz'ın filmi ""Ah Güzel İstanbul"dur. Sadri Alışık'ın oynadığı Haşmet İbriktaroğlu. İki tane kaybetmiş İstanbullu ve bir gerçek polisten yola çıkarak Başkomiser Nevzat Karakterini yarattım.”
Ahmet Ümit’in bahsettiği
dönemin gerçekleri diyelim, aynı zamanda söylediği isimlere Gaffar Okan’ı
eklersek yanlış olmaz.. Romanda Mevzuya geçecek olursak “mevzu nedir” diye
soranlara kısa spoiler vermek gerekirse ; Tarlabaşında ıssız bir sokakta bir
kişi öldürülür, Başkomiser Nevzat, Ali, Zeynep bu cinayeti aydınlatmak
peşindedir. Romanın başından itibaren Başkomiser Nevzat karakterinin ne kadar
iyimser bir karakter olduğunu gözlemliyoruz.
Ahmet Ümit'se bir
röportajında “İsviçre’de bir polisiye yazarı kusursuz cinayet
işleyebileceğini kanıtlamak için 3 kişiyi öldürmüş. Ne diyorsunuz?”
sorusuna “ Romanlarımda bir mezarlık yaratacak kadar çok adam öldürdüm
“ diye yanıtlıyor. “ Polisin kabusu yılbaşı geceleridir “ diye mevzuya
giriyor roman. Karanlık sokaklar, katilin izini arayışlar ve pis Beyoğlu
sokakları…
Soruşturma boyunca Başkomiser
Nevzat ve arkadaşları Tarlabaşı’nın altını üstüne getiriyorlar. Karşılarında
işe yarayacak deliller elde ediyorlar, bu işin peşini bırakmıyorlar. Kitap daha
önce benim gibi Ahmet Ümit’i okuyamamış olanlar için heyecan verici oluyor. Bir
semtin nasıl lanetli hale geldiğini kitap gözümüze sokuyor.
Semt kabadayıları, haraç kesenler , yoksul insanlar, tinerciler, polis zoruyla
içeri tıkılanlar, köşe başında bekleyen fahişeler, uyuşturucu satıcıları,
kumarbazlar Tarlabaşı'nın olmazsa olmazları arasında olanları..
Ahmet Ümit bu romanda bu
tür mevzulara değinirken aynı zamanda kendi romanı hakkında şöyle diyor; “Bir semtin kaybedenlerinden yola çıkarak,
bir şehri, bir ülkeyi, kocaman insanlığı anlatmayı deniyorum” Kaybeden
insanlık, sokaklara sığınanlar, ezilenler…
Aynı zamanda Ahmet Ümit
yazarların kaybeden ve ezilen insanların yanında olmasını, ancak böyle birinin
yazar olabileceğini savunuyor. Ahmet Ümit bunları söylerken Beyoğlu’nun
En Güzel abisi kitabının çıkışıyla ilgili sözlerini Selim İleri’yi
selamlayarak şöyle devam ettiriyor. “
Aslında bambaşka bir roman yazacaktım; İttihat ve Terakki üzerinden bu
topraklarda, devletle bireyin ilişkisini sorgulayan bir kurmaca. Okumalarımı da
tamamlamak üzereydim üstelik, kurgusunu bile bitirmiştim ama Selim İleri aklımı
çeldi, rota “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”ne çevrildi.”
Kitabın çıkışı bu şekilde.
Romana dönecek olursa semt insanları ağzından akıcı diyaloglar yaşanıyor. Pirana,
Keto, Musti aralardan çıkıyor, sokak ağzı diyaloglarla romana
katılıyorlar. Filmlerde bazı sahnelerde görülen insanlar gibi romanda da bu
karakterler öyle aralardan çıkarak romanı hem güzelleştiriyor hem de heyecan
katıyor… Başkomiser Nevzat
onurlu bir polis karakteriyle karşımızda. Herkese karşı iyimserliği,
babacanlığıyla Beyoğlunda uçan kaçanı yakalayan bir Polis. Beyoğlu’nda haraç
kesen kabadayıların “ burası bizden sorulur” dediği gibi Beyoğlu’da Nevzat
komiserden soruluyor.
Romanda Beyoğlu’nun En
Güzel Abisine eşlik eden Ali ve Zeynep karakterleri daha güçlü olabilirdi. Ali
ile Zeynep’in iş arkadaşlıkları bir yana “ ne zaman evlenecekler “ sorusu
romanda göze çarpan diğer unsur.
Ali, komiserin sözünden çıkmayan bir karakter olarak karşımızda, Zeynep
karakteriyse gerilerden geliyor. Kısa Karakter analizini geçtikten sonra roman
zaman zaman sıkabiliyor, zaman zaman sanki olayın içinde sızmışsınız gibi hava
veriyor. Ahmet Ümit’i benim gibi okumayanlar için romanı okuduğunda
şaşırabiliyor, Ahmet Ümit’in cinayet mevzularını anlatma yöntemini bilenler
için sıkıcı olabiliyor.
Roman boyunca katilin kim
olduğunu bilmemek, sizi şaşırtacak birinin çıkacağını düşünmeden edemiyorsunuz.
Bu düşüncelerle ilerliyor Roman. Ahmet Ümit, Gezi parkı mücadelelerinde
polislerce katledilen “ Ali İsmail ,Ahmet Atakan, Ethem Sarısülük” başta
olmak üzere katledilen insanlara selam ediyor bu kitabıyla.Gezi diyaloglarına yer vermesi
bazı okuyuculara göre popülist gözükse de yaşanılanları romanlaştırıp diyalog
kurmak romanın havasını değiştiriyor.
Sadece bununla sınırlı kalmıyor roman. Kentsel dönüşüm sebebiyle bir kentin nasıl
yağmalandığını, devletin insanları ırkına, dinine göre insanları nasıl
acımasızca katlettiğini hatırlatıyor bize. 6-7 Eylül eylülde azınlıklara
yapılan saldırının unutulmamasına şu sözlerle dikkat çekiyor.
“İnsan yaşadığı yere benzer “ demişti bir şair. Hukukumuz da
yaşadığımız yerler gibiydi, eskimiş işlevini yitirmiş, çürümeye terk edilmiş
yıkılmak üzere. Böyle bir toplumda adalet gerçekleşebilir miydi? “ “ İnsanları
öldürdüler, tecavüz ettiler, mezarlardan ölüleri çıkardılar. Bize de saldırdılar
tabii. Sanki karşılarında düşman varmış gibi.. Kapılarımızı kırdılar,
evlerimize zorla girdiler, odalarımızı darmaduman ettiler. Bütün eşyalarımızı
sokaklara saçtılar, çamaşırlarımız kaldırımları süsledi günlerce. Öyle
acımasız, öyle alçakça…"
Cümleler yüzümüze bir
tokat olarak geri dönüyor. İnsanlıktan çıkmış insanlığa sesleniyor Ahmet Ümit.
Aynı zamanda Ahmet Ümit’in kitabında kendine yer vermesi roman için olumlu bir
hareket mi buna siz karar verin.
Karakterlerin ağzından kendini anlatıyor Ahmet Ümit. Ahmet Ümit
kitaplarına alışık olmadığım için katilin kim olduğunu kitabın sonlarına doğru
kendi kalemize gol yiyerek anlamış oluyoruz… Abartılacak bir kitap değil “Beyoğlu’nun
En Güzel Abisi”. Koca bir kentin nasıl yağmalandığını, tarihin nasıl yok
edildiğini ve aynı zamanda insanların nasıl acımasızca katledildiğini “
Beyoğlu’nun En Güzel Abisi” bize resmediyor.
Bunu anlatırken sokakta yaşayan karakterleri etkili şekilde konuşturmasını iyi
biliyor.
Kitaba son noktayı Ahmet Ümit kitabın başında bu kitabın kime
adandığı sorusuna da “ Bu toprakları
terk etmek zorunda bırakılan insanların aziz hatırasına” diye söylemeyi
unutmuyor.
OKURKEN ALTINI
ÇİZDİKLERİM
“
Polisin kabusu yılbaşı geceleridir. Herkesin gülüp eğlendiği, mutlulukla dans
ettiği o gece bizim için korkunç saatler demektir; öğleden sonra başlayıp yeni
yılın ilk günü ışıyıncaya kadar süren, bir türlü bitmek bilmeyen kanlı karanlık
bir kabus… Hiç şaşmaz, mutlaka bir vukuat çıkar. Mutlaka birileri ateş eder,
birileri bıçağını çeker, birileri birilerinin öldürür. Bugüne kadar hep böyle
olmuş, bundan sonra da böyle olacaktır. İşte bu yüzden izinler kaldırılır,
bütün teşkilat diken üzerindedir. İnsanlar lüks restoranlarda, gece
kulüplerinde, ama çoğunlukla da evlerinde aileleriyle, sevdikleriyle baş başa
eğlenirken biz polisler sıkıcı karakollarımızda güya küçük kutlamalarla yeni
yılın gelişini karşılarız, hepimizin canı sıkkındır, dahası telsizden her an
gelebilecek anons sebebiyle hepimiz tetikteyizdir. “ –sf 4
“
Yılbaşı dediğin ne ya şefik! Bildiğimiz gecelerden biri işte. Aklı evveline
biri çıkmış yıl bugün başlıyor demiş, vatandaş da ona uymuş” – sf 22
“
– Merhaba Abi Bizim Naciye’yi hatırlıyorsun değil mi Başkomiserim? Yapay
bir gayretle canlandım Hatırlıyorum tabii, nasılsın Naciye Hanım Bıkkın,gezgin
ellerini açtı kadın. Hepsi bu; ne bir söz, ne bir heyecan, ne bir aşinalık
belirtisi, zaten mahmur gözleri anında eski haline dönmüştü yeniden. Naciye’nin
umursamazlığından rahatsız oldu Süleyman, abartılı bir nezakatle boş
iskemleleri gösterdi.Oturmaz mısınız Başkomiserim? Rahatsız etmeyelim sizi
Yok Başkomiserim biz de kalkıyorduk.“ Karısına dik dik baktı” “Naciye oturduğu
yerde uyuyor zaten. “Hiç alınmadı kocasının sitemkar sözlerine Naciye.Çoktan
unutmuştu alınmayı, ne söylerse söylesinler, ne yaparlarsa yapsınlar, umurunda
bile değildi. Öylesine kanıksamıştı ki yaşadığı dünyayı, her şeyi itirazsız
kabul etmişti. Belki de itiraz etmenin artık hiçbir işe yaramayacağını bildiği
için böyle sessiz, böyle aldırmaz, böyle umursamaz olmuştu.” – sf 28
“
Eski kabadayılardan değil mi Süleyman?
Tam
onlardan, belki onların son temsilcisi. Elinde ne var ne yok, sağa sola dağıtır
dururdu.
Fakir
babasına çıkmıştı adı. Biraz da o sebepten iflah olmadı ya.
“
bana döndü yeniden” siz daha iyi bilirsiniz bu alemi Başkomiserim. O eski usul
kabadayılar kayboldu. Yeniyetmeler de eski racona riayet etmez oldu.
Vefayı,saygıyı unuttular” – sf 36
“
Evet, kolay kazanmanın bir yolu vardı; esrar, hap, hatta eroin satmak.
Parasızlıktan iflahı kesilen Habib hiç düşünmeden balıklama dalmıştı bu pis
mesleğe. Bir süre mahalledeki aracıların mallarını satmıştı. Uyanıktı, sivil
polisi gözünden anlıyordu, Ayağına çevikti, karanlıkta bir görünüp bir
kayboluyordu. Akşamları Dolapdere’nin orada farları söndürülmüş otomobillerdeki
müptelalara mal yetiştiremez olmuştu. Sonunda kendisinin de ailesinin de karnı
doymaya başlamıştı, ama yetmedi.”- sf 42
“
Duymamıştı beni. Yerdeki adama bakmayı sürdürüyordu öylece. Halbuki daha önce
de sayısız çatışmaya girmiş adam vurmuştu. Ama kolay değildi bir insanın canını
almak. Karşınızdaki kim olursa olsun, ne kadar haklı olursanız olun birini
öldürmek dünyanın bütün yükünü sırtlamak demekti. “ – sf 46
“
Beni unutmuş olmasına hiç alınmadım, Aşk dünyanın en büyük mazeretiydi.” – sf
48
“
Bütün o delikanlılık, ağır abilik, namus raconlarına rağmen, yer üstü
dünyasında olduğu gibi yeraltı dünyasında da her zaman en kutsal değer paradır.
Evet, aşktan da , cesaretten de, şereften de daha önemlidir. Çünkü para demek
kadın demektir, konforlu bir hayat demektir, daha önemlisi ayakta kalmak
demektir, para demek ihtiyaç duyduğunda yetkilileri satın almak, hakiki anlamda
güç demektir, parayı kaybeden her şeyi kaybeder. Lokantada karşılaştığımız bir
zamanların Saltanat Süleyman’ı gibi…” – sf 51
“
Sokakta geçen uykusuz gecelerin en berbat tarafı uyumak için bomboş bir eve
dönmektir. “ – sf 54
“
Hayır, kendime zulmetmenin alemi yoktu. Benim hayatım buydu, kaçarak
yaşayamazdım. Kararlı adımlarla tırmandım merdivenleri. Elimi,yüzümü yıkadım,
gardırobun karşısına geçtim, aynada kendimi gördüm. Yorulmuş, bitkin bir adam.
Üzerimdeki giysileri çıkarmak bile zor geliyordu. Ama çıkaracaktım, bugüne
kadar ne yaptıysam aynı rutini sürdürecektim. Pijamaları giyecek o soğuk yatağa
girecek, uyumaya çalışacaktım. Bizi ayakta tutan o küçük alışkanlıkları tek tek
yerine getirecektim.” – sf 55
“
Giyindim, en iyisi hayata karışmaktı… Hayata karışmak mı? Kanlı katillerin
peşinde koşturmak desene şuna. Evet, hakikat buydu; birilerinin hayatına son
veren eylemler, benim için hayatın ta kendisiydi. Hiç de yaman bir çelişki
değildi, mesleğim buydu; cinayetler… Katilin işi bittiğinde benimki başlıyordu.
Cinayetlerle, yani insanlığın o karanlık yüzüyle uğraşırken daha iyi
hissediyordum kendimi. En kötü tarafı alışamamaktı. “ – sf 61 “
Cinayetlerin
eğitici bir tarafı olsa da ölüm her zaman trajikti. Daha da korkuncu bulaşıcıydı,
kendinizi asla ondan koruyamıyordunuz.” – sf 62
“
Gözlerim kızımın fotoğrafına kaydı; hiç ölmemiş, az sonra yatak odasının
kapısını açarak “ Günaydın” diyecekmiş gibi gülümsüyordu babasına. Evet bizim
eve kadar sızmıştı ölüm. Karımı, kızımı almıştı elimden. Sanki bana bulaşan
herkes bedel öder demek istiyordu Azrail. “ Bu kadar yakınım Dolaşmayacaktın
Nevzat!” işin kötüsü artık kaçmak da mümkün değildi ondan Evgenia, “ Bırakalım
bu şehri, Gökçeada’ya gidelim” diye dil döküyordu. “ Sessiz, huzur dolu yepyeni
bir hayata başlayalım. “ Neden kabul etmediğimi de anlatamıyordum. Onun için
denizin nemiyle yüklü ılık rüzgarların altında, dalgaların sesiyle yaşlanmak
anlamına gelen o sakin hayat benim için cehennemdi. Gerçek hayatta denetim
altında tutabildiğim kabuslar, o sakin hayatın tembel günlerinde, uzun
gecelerinde sadece aklımı değil bilinçaltımı da ele geçirecekti. Bundan adım
gibi emindim; çünkü yaşamıştım. Her sabah olmasa da sıklıkla kabuslarla
uyanacaktım. Sadece kendi hayatımı değil, Evgenia’nınkini de cehenneme
çevirecektim. Kabuslarla başa çıkabilmenin tek yolu onlarla uyanıkken
karşılaşmaktı” – sf 62
“
Kimsenin beni tanımasını istemiyordum. Hem bu yazarları bilirdim, olayları da
insanları da abartırlardı. Olduğundan daha fazla kan olduğundan daha fazla
entrika olduğundan daha iyi kahramanlar, olduğundan daha kötü insanlar… Gerçek
hayatta olmayacak işler, olmayacak insanlar. Üstelik ben bile kendimi tam
olarak anlayamazken bir başkası beni nasıl anlatabilirdi ki?” – sf 63
“
Sadece filan yok beyefendi, ne ben sizin yarattığınız bir karakterim ne de bu
cinayetler romanınız için gereken bir kurgu. Burada gerçek insanlar var, gerçek
ölüler, gerçek acılar. Lütfen, sadece romanlarınızdaki cinayetlerle ilgilenin.
Gerçek hayattakilerle başa çıkamazsınız.” – sf 65
“
Cumba hakikaten de en güzel yeriydi Feraye Meyhanesi’nin; bütün İstiklal
Caddesi ayağınızın altında. Dükkanların cam vitrinlerinden yansıyan ışıkların
içinden geçerdi insanlar; şehrin,ülkenin, dünyanın dört bir yanından gelerek… Her
gece ama her gece hiç eksilmeden, belki de daha da çoğalarak yürürlerdi,
yeryüzünün belki de en kalabalık bu caddesinden. Her ırktan, her renkten, her
kültürden kadın erkek el ele, kol kola, çoğunlukla sarhoş, nadiren ayık,
genellikle şık, bazen derbeder, hatta çıplak, bazen çarşaflar içinde
takımlarının marşını söyleyerek, ama daha sık hükümeti protesto ederek, bazen
umutlu, bazen yıkılmış, bazen öpüşerek hatta bazen dövüşerek, yani insanoğlunun
bütün halleriyle geçerlerdi gözlerinizin önünden. Her gece otursanız buraya her
gece caddeden geçenleri seyretsetseniz yine de bıkmazdınız gördüklerinizinden.
O sebepten seçmiştim orayı, Evgenia insanlardan oluşan bu rengarenk nehri
görsün diye.” – sf 68
“
Evgenia konuştukça onun neşesi bana da geçiyor, kendimi daha iyi hissediyordum.
Büyülü bir şey vardı bu kadında. Dünyanın yaşamaya değer bir yer olduğunu
hissettiren bir şey. İster onun yeşil gözlerine bakarken olsun, ister yüzünü
bile görmeden böyle telefonda konuşurken ne zaman onun sesini duysam, içim mutlulukla
dolar, karamsar düşünceler çıkıp giderdi gönlümden.” – sf 72
“ - Bak Alicim az önce bir kumarhaneden çıktık. Evet, ikimiz de biliyoruz orada
bal gibi kumar oynatıldığını. Bizimkiler göz yummasa Barbut İhsan,
Tarlabaşı’nda dikiş tutturabilir mi? Bizimkiler kararlı olsa, Dolapdere’de
uyuşturucu çeteleri barınabilir mi? - Bakışları asfalta değer değmez eriyen kar
taneciklerinde sessizce dinliyordu. - Yok, Ali, yanlış düşünüyorsun. Seslerini
duyurmak için bu karda kışta, çoluk çocuk demeden sokağa düşen bu zavallılar
bizim düşmanımız değil. Haklısın, burası bir bataklık tamam, suç en çok böyle
yerlerde büyüyor.Ama bunlar bizim insanlarımız. Onları sevmesek bile anlamak
zorundayız. - Söylemem gereken kelimeyi bulamadım, gözlerim henüz boşaltılmamış
evlerin solgun pencerelerinde gezindi bir süre. - Yani şunu demek istiyorum,
nasıl ki çiftçi buğday yetiştirmek için toprağı bilmek zorundaysa, biz de suçla
mücadele etmek için bu yoksul insanları çok iyi tanımak zorundayız. Amma daha
baştan onları suçlu sayarsan yanlış yapmış olursun. Üstelik biz de onlar
gibiyiz. Evet, öyle şaşkın şaşkın bakma suratıma. Arasından geçtiğimiz şu
kalabalıkta hali vakti yerinde kaç kişi var zannediyorsun? Peki bizim
polislerin arasında kaç zengin insan var? Aslında babamın milyonları var, ama
merakımdan katillerin peşinden koşuyorum diyen kaç arkadaşımız var? Yahu
aldığımız maaş ne kadar? Hadi bizden geçtim en üst kademedeki emniyet müdürü ne
kadar para alıyor? Şehit olan arkadaşlarımızın ailelerine ödenen tazminatın
tutarı ne? Yok evladım, yanlış yerden bakıyorsun. Bu insanlar suçlu filan
değil, suçlu arıyorsan bakışlarını derinlere çevirmelisin.” – sf 97
“
Azrail’e koz vermek istemiyorsan sevdiklerinin sayısını az tutacaksın bu
dünyada.” – sf 105
“
Ben Başkomiser Nevzat… Neden daha iyi yerde çalmıyorsunuz diyorum. İri gözleri
hülyalandı Biz alaylıyız be Başkomiser, mektep filan okumadık, te çocukluktan
beri elimizde bu alet… Öttüre Öttüre öğrendik bu mereti.Kim napsın ki bizi?”
–sf 128
“
Büyük bir yangın çıkacak. Hepsini yakacak, hepimizi. Tek bir kişi bile
kalmayacak. Bir tek bu insansız binalar kalacak. Onlar da yanmazsa.” – sf 135
“
Nasıl da mantıklı konuşuyordu. Zamanından önce büyüyordu bu çocuklar, tıpkı
zamanından önce ölecekleri gibi. Kirli suratınnın ortasında beyaz bir benek
gibi duran bandajı gösterdim. Burnun nasıl oldu? Pişkin pişkin sırıttı. İyi
iyi. Asıl şu sargılar çıkınca göreceğiz. Kötü olursa estetik ameliyat
yaptırırız. Kıvanç Tatlıtuğ gibi olurum valla. Biliyorsunuz değil mi? Yerli
Brad Pitt. Onun gibi olacam işte. Manitalar hep peşimde. Belki de diziciler
keşfeder kurturuluz bu hayattan” – sf 136
“
Sahi siz nerede kalıyorsunuz?
Ürkekçe
birbirlerine baktılar. Ne oluyordu, yoksa sahiden de içeri mi tıkacaktım
onları? Korkmayın, kaldığınız yeri elinizden alacak değilim, meraktan
soruyorum. Kuşkuları dağılmamıştı ama başlarına bir iş açarım diye
çekindiklerinden olsa gerek açıklamak zorunda kaldılar. Tarlabaşı Bulvarı
yönünü gösterdi Keto Yıkılacak binalar var ya… İşte onlardan birinde uyuyoruz.
Merdiveni çökmüş, herkes çıkamıyor. Biz pencerelerden tırmanıp giriyoruz içeri.
Eşyalar filan da var. Beş yıldızlı otel değilse de bildiğin apartman dairesi.
Biraz soğuk, götümüz donuyor tabii ama battaniye, yorgan idare ediyoruz işte…
Daha yıkıma çok var. Senin anlayacağın Başkomiserim bu kışı böyle geçiririz
artık.” – sf 137
“
Senin yapacağın iş ne ? Dizi oyunculuğu mu - Arkadaşını savunmak Pirana’ya
düştü - Dalga geçme Başkomiserim! Niye yapmasın? Yapanlar sanki çok mu iyi.
Onlar sanki içmiyor mu? Alayı esrarkeş parası olan kokain çekiyor. Siz de
biliyorsunuz onları, ama ünlü diye kimse bulaşmıyor onlara. Bulaşmayın, ama
bize de karışmayın. Evet, tiner de çekeceğiz, şarap da içeceğiz, kesmezse hap
da alacağız. Bende yalan yok. İster beğen, ister beğenme.” – sf 138
“ Gözü nasıl kör oldu Pirana’nın?
Sizinkiler
yaptı Başkomiserim. Polisler…
Elindeki
pamuğu burnuna dayayan Pirana, Usulca başını sallayarak sessizce onayladı
arkadaşını.
Ne… Ne
zaman? Diye kekeledim. Ne zaman oldu bu?
Geçen
Haziran. Şu parkta..
Neden
bahsediyordu bu çocuk
Taksim’deki
parkta, Gezi parkında geçen yaz..
Sonunda
jeton düştü Geri parkı direnişinden mi?
Senin
ne işin vardı orada Sanki gözü çıkan kendisi değilmiş gibi kurnazca sırıttı .
Yemek
vardı, giyecek veriyorlardı, kot pantolon, tişört falan…
Evladım
bunlar için gidilir mi oraya? Cehennem gibiydi park
Sizinkiler
gelene kadar öyle değildi.” Ketoydu konuşan. Evet polis pislik yaptı
Başkomiserim. Sesini yükselmişti. İster kız, ister bağır fark etmez. Sizinkiler
çok kötülük yaptı insanlara. Hepsi okumuş abilerdi onların, hepsi iyi
insanlardı. Ağaçlar için gelmişlerdi oraya. Tiyatro oynuyorlardı, konser
veriyorlardı, resim yapıyorlardı. Bize de yaptırdılar. Film bile çektiler.
Hatta ben de oynadım.. Ağaçlar için..” – sf 140
“
Yanlış anlama Başkomiserim, biz eylem için orada bulunmuyorduk. Bizim mekanımız
orasıydı. Metronun çıkışındaki büyük çınarın altında geceliyorduk, hani şu
köşedeki en büyük ağaç. Uyuduğumuz yer yani. Büyük bir uyku tulumumuz vardı.
Pirana, musti, ben kıvrılıp yatıyorduk içinde. İşte bir sabah… Sabah dediysem
güneş filan doğmadan haa. Düşmana baskın verir gibi senin polisler saldırdı.
Otuz çadır ya var ya yok. Döverek çıkardılar o abileri, ablaları. Ama harbi
çocuklarmış yılmadılar.” – sf 140
“
Gezi parkı’nda neler yaşandığını hatırlıyordum, korkunçtu. Hükümet acımasızca sürmüştü
bizim çocukları göstericilerin üstüne. Hepimizin için utanç vericiydi. Bir kez
daha anlamıştık ki bir ülkede otoriter bir yönetim varsa ilk kaybeden polis
teşkilatı olurdu.”-sf 140
“ Gittik Nizam’ın oraya. En az elli kişi varız. Bir kısmımız binanın içinde,
bir kısmımız kapının önünde. Travestisi, feministi, devrimcisi, bizim gibi
tinercisi…Adamlar acayip şaşırdılar. Yalanım yok, anında esas duruşa geçti kim
varsa içeride. Ama bizde tık yok. Zaten tembihlemişti Nazlı abla, “ benden
başka kimse konuşmayacak “ diye. Öyle de oldu. “ Bu bina benim “ dedi Nizam’ın
karşısına geçerek. “ Parasında pulunda değilim, ama bana lazım. Kültür merkezi
yapacağız buraya. Tarlabaşı’ndaki insanlara yardım için. Bütün kiracıları
tahliye etmek zorundayız, sizin de çıkmanız lazım. Çıkmazsanız mahkemeye
veririm. Zorbalığa başvurmaya devam ederseniz avukatlarım var, sonuna kadar
sizinle uğraşırım. “ Nizam’ın kömür suratı kirece kesti. Ama baktı,
karşısındaki kadın dişli, arkası da sağlam. “ tamam ablacım .” diye yalandan
sırıttı. “ Biz de bu semtin çocuğuyuz, madem Tarlabaşı’nın yararına bir iş
yapıyorsunuz, öyleyse çıkarız. “Lakin kontratımız on ay sonra bitiyor, bize o
zamana müsaade edin, binayı teslim edelim” dedi. Böylece iş tatlıya bağlanmış
oldu” – sf 143
“
Devlet vatandaşa karşı olan görevini gerektiği gibi yerine getirse ne
Beyoğlu’nun en güzel abisi olur ne de en şahane babası… Devlet işini yapmadığı
için görevini yapan memurlar kahraman muamelesi görüyor.” – sf 155
“
Evet, bu memlekette kadınların eti de canı da sudan ucuz. Bu memlekette
kadınlar, erkeklere kurban diye sunulmuş, hem zevklensinler hem işlerini
görsünler hem de öldürsünler diye…” – sf 175
“ O
anda anladım ilk gördüğüm andan itibaren bu kadında beni çekin şeyin ne
olduğunu. Keder, ona bakarken gördüğüm buydu; uçsuz bucaksız, kanıksanmış bir
keder. Sadece alnındaki çizgiler, menekşe rengi gözlerinin kıyıcığına üşüşmüş
kırışıklıklar, ağarmaya yüz tutmuş kumral saçları değil, tombullaşmış
yanakları, dik tutmaya çalıştığı erken çökmüş omuzları ve boğuklaşmış sesi de
aynı duyguyu uyandırıyordu bende, saf bir keder.” – sf 176
“
Kumruyu verdiler adama, tabii kimse fikrini sormamıştı kızcağıza. Belki de
sevdiği bir çocuk vardı, ama kimin umurunda ki? Sonunda Kumru, kuma gitmiş,
annesinden daha yaşlı bir kadının üzerine. Çok değil, üç ay. Üç ay sonra
kefenle çıkmış, gelinlikle girdiği evden. İntihar demişler “ dayanamadı ilaç
içti, kendini zehirledi” doğru mu kim bilir? Bu ülkede canlı cansız her şey
satılır Nevzat Bey. Paran varsa her şeyi satın alabilirsin, elbette en başta da
insanları. Doktorları, hakimleri, savcıları, polisleri, yanlış anlamayın
herkesi. Bu ülkenin sorunu ahlaksızlık, şeref yoksunluğu, onur kaybı…” – sf 176
“
Maaşı yetmeyen polis başka mesleğe gitsin. Kendi çıkarı için suça göz yuman
memurun hiçbir nedeni olamaz. Haklısınız, biraz da biz görevimizi yapamadığımız
için bunlar oluyor, ama sadece polisler değil bütün yapı bozuk. En başta da
şehrin göbeğinde bir getto oluşturmasına izin verenler…” – sf 178
“
Bu ülkenin geçmişi yağmalar, sürgünler, ölümlerle dolu. Tıpkı öteki ülkelerin
tarihi gibi…” – SF 178
“
Yeraltı aleminin kendi kuralları vardır. Bunların başında da acımasızlık gelir.
Korku salmayan adama saygı duymazlar. Onlar için acımasızlık en büyük
erdemdir…” – sf 179
“
Burası gerçek bir okul Nevzat Bey diye anlatıyordu düşündüklerimden bir haber olan
Nazlı. “ Yokluğun, Rezilliğin, sefilliğin içinden yükselen bir okul. Burada
hakiki insanı değil, insanın hakikatini görüyorsunuz. Sadece başkalarının
hakikatini değil, kendinizinkini de. Evet, ben burada, hiçbir yerde olmadığım
kadar mutluyum. “ – sf 184
“
Devletin bu kadar güçlü olduğu bir memlekette bireyin kendini başka türlü
savunma şansı yok. İnanın başımıza ne geliyorsa insanların örgütsüz olmasından
geliyor. “ – sf 186
“
Yeni din dedikleri Paraydı, tapınma derken ticareti, tapınak olarak da
alışveriş merkezlerini kastediyorlardı. İstiklal’deki Demirören alışveriş
merkezinden Gezi Parkı’na yapmayı düşündükleri ama tepkiler sonucu
yapamadıkları şu iğrenç binadan söz ediyorlardı. Elbette yerden göğe kadar
haklılardı. Biliyor musunuz Avrupa’da en çok alışveriş merkezi inşa edilen
şehir burası. Peki çocuklarımızın nefes alabileceği kaç parkımız kaldı? Kaç
yeni müze açıldı? Kaç yeni kültür merkezi? Bu sadece bir bina yapımı değil
Nevzat Bey, bir yaşam biçimi dayatması. Nasıl ki Osmanlılar bu kenti
aldıklarında külliyeler kurduysa, uluslar ötesi şirketler de kendi amaçlarına
ulaşmak için bu tür merkezler açıyorlar. Bilirsiniz külliyeler; camileri,
medreseleri, kütüphaneleri, hastaneleri, konuk evleri, aşevleriyle bir tür
kültürel hizmet kurumlarıydı, oysa markaların , alışveriş merkezlerinin tek
derdiyse para ve daha çok kar. İstanbul’un tarihiymiş, kültürüymüş,
güzelliğiymiş kimsenin umrunda değil. Durmadan turistik oteller yapıyorlar,
çirkin köprüler, iğrenç gökdelenler. Tek dertleri daha çok rant, daha çok
vurgun, daha çok avanta. Salı grubundaki çocuklar buna karşı çıkıyorlardı
işte…” – sf 186
“
Az önce gelen arkadaş vardı ya. Ayşen. Fahişelik yapmamak için elinden gelen
her çabayı gösteriyor. Sokaklarda midye dolma satmaktan tutun da atölyelerde
kumaş biçmeye kadar denemediği iş kalmadı. Ama insanlar onu rahat bırakmıyor.
Kendileri gibi değil ya, onu ahlaksız zannediyorlar. Halbuki onlardan çok daha
namuslu bir insan. Üstelik hepsinden daha cesur. Sadece cinsel tercihi farklı.
Farklı bir hayat yaşamak istiyor zavallım. İzin vermiyorlar. Seks işçiliğinden
başka bir hayat hakkı tanımıyorlar. Sonra da travestiler fahişelik yapıyor diye
linç etmeye kalkıyorlar. “ – sf 188
“
Ne yazık ki sizin memurlarınız da hiç iyi davranmıyor onlara. Pislik gibi
yaklaşıyorlar, her an suç işleyecek potansiyel suçlu gibi. İşte biz, bu
insanlara kucak açıyoruzi yeni bir hayata başlayabilsinler diye. Tek onlara
değil elbette, ihtiyacı olan herkese ,ama çocuklar ve kadınlar önceliğimiz.
Yaşlandığı için sokağa atılan seks işçileri, uyuşturucu kullanan çocuklar,
evsizler… Ama Fidan’ın babası Yakup gibi sorumsuzlara yardım etmeyi
düşünmüyoruz mesela.. Onlara da kumara izin veren devlet baksın bir zahmet.
Evet, böyle de bir ayrımcılığımız var. Bizim için önemli olan kadınlar ve
çocuklar… Ama özellikle de kadınlar. Tarlabaşındaki kadınların durumu korkunç…”
– sf 188
“
Bazen racon devletin mahkemesinden bile önemlidir bizim için…” – sf 198
“
Bir sorgunun kaderini belirleyen ne söylediklerimizden çok, nasıl rol yaptığımızdır.”
– sf 202
“
Paranoyasını yenemeyen polisten hayır gelmez! “ – sf 224
“
Yazarların insanları çok iyi gözlemlediğini söylerdi babam, karşılarına çıkan
kişileri kolayca anlayabildiklerini, hatta çözümleyebildiklerini.. Ama büyük
yazarlardan bahsediyordu babam. Bunun gibi sıradan polisiye romanlar yazan
birinden değil…” – sf 229
“
Evet bazen insandan çok hikayesi etkiler sizi, bazen de bizzat o insanın
kendisi. Kişiyi yaşadıklarından nasıl ayırabiliriz diye düşünülebilir, ama
ayrıdır. Yaşam bizim dışımızdadır, biz olmasak da akar kendi başına. Bazıları
kader diyor bunun adına. Kader; kim bulmuşsa bu açıklamayı iyi bir iş yapmış
Hakikat olup olmamasının bir anlamı yok, kader bizi rahatladır, felaketlere
göğüs germemizi sağlar, çıldırmaktan alıkoyar. Öyle ya ilahi bir güç tarafından
yazılmış kutsal bir senaryoya kim karşı çıkabilir ki? Hem karşı çıksa ne
olacak? Kaderin değiştirebildiğimiz kısmı çok azdır, çoğunlukla o azgın nehrin
ortasında ayakta kalmaya çalışırız. Zor iştir,ama çetin şartlar altında
yaşadıkları halde dimdik durmayı başarmış insanlar da vardır.” “ Cinayet
işleyenler kurbanlarıyla birlikte kendi huzurlarını da öldürürler…” – sf 324
“
Kıskançlık nasıl da aklını bağlıyordu insanın. Nasıl da kör ediyordu
gözlerimizi.” – sf 341
“
Aslında karanlık işlerin adamı değildi İhsan, ne aklı ne yüreği böylesi belalı
meselelerle uğraşmaya yatkındı. Aptal bakışlı buldog köpeklerinin sevimli aile
fotoğraflarını mekanına asan sevgili dolu bir adam. Nizam’la kıyaslamak bile
haksızlık olurdu. Sevdiğinden değil, utandığından mıdır , yapacak başka mesleği
olmadığından mıdır babadan miras kalan bu berbat işi sürdürüyordu. Belki de
itiraf edebilse kendiyle yüzleşse daha kolay olacaktı her şey. Fakat boşuna
umut ediyordum. Pek çoğumuz gibi İhsan da kendi istediğini değil, başkalarının
hayatını yaşamayı sürdürecekti” – sf 343
“İnsan
yaşadığı yere benzer “ demişti bir şair. Hukukumuz da yaşadığımız yerler
gibiydi, eskimiş işlevini yitirmiş, çürümeye terk edilmiş yıkılmak üzere. Böyle
bir toplumda adalet gerçekleşebilir miydi? “ “ İnsanları öldürdüler, tecavüz
ettiler, mezarlardan ölüleri çıkardılar. Bize de saldırdılar tabii. Sanki
karşılarında düşman varmış gibi.. Kapılarımızı kırdılar, evlerimize zorla
girdiler, odalarımızı darmaduman ettiler. Bütün eşyalarımızı sokaklara
saçtılar, çamaşırlarımız kaldırımları süsledi günlerce. Öyle acımasız, öyle
alçakça…” – sf 350
“
Bu topraklardaki acımasızlıklarla ilgili çok hikaye duymuştum, hepsi
birbirinden ürkütücüydü. Dilleri,dinleri,ırkları ayrı diye insanlar
birbirlerini boğazlamışlardı. Ama bu nefreti yaşamış olanlardan dinlemek
tüylerini diken diken ediyordu insanın.” – sf 352
“
Nasıl yapabilmişler bunu diye isyan ettim “ Mahalledeki komşusuna, sokağındaki
ahbabına kıyar mı insan? Mahalledekiler yapmadı ki Nevzat. Onlara haksızlık
etmeyelim. Başka mahalleden gelenler yaptı. Bizi, bir komşumuz kurtardı mesela…
Yadigar Hanım. Küçük oğlu Behçet veremdi. Babamın hastasıydı o da. Olanları
duyar duymaz çalmış bizim muayenehanenin kapısını. “ Ne duruyorsunuz Mösyö
Leonidas “ demiş. “ Madamı, kızı al, bizim eve gel” Bir hafta evinde ağırladı
Yadigar Hanım bizi. Acımıza, kederimize ortak oldu, bizi teselli etti. Tek o
mu? Öteki Rumları da Türk, Müslüman Komşuları korudu. Ama aynı Türk
Komşularımızın bir kısmı, özellikle yoksul ve bilinçsiz olanlar öteki
mahalledeki Rumların evini talan etmek için kazmaya küreğe sarılmakta tereddüt
etmediler. Yok Nevzat, suçlu insanlar değil, suçlu onları kışkırtan, bizim
üzerimize saldırtan devletti. Komşularımıza kalsa , kılımıza zarar gelmesine
izin vermezlerdi. Belki kötüleri vardı içlerinde ama çoğunluk iyiydi. Laf olsun
diye söylemiyorum. Sahiden kardeşçe yaşardık.” – sf 353
“
Kaybetmeye alıştıkça daha çok özgürleşiyor insan…” – sf 356
“
Biz öldürüleniniz dedi kaderini kabullenmiş birinin karışık sesiyle. Biz
yağmalananız, talan edileniz, sürüleniz. Biz sadece anılarda kalanlarız, biz
topyekün kaybedenleriz. Hep birlikte ait olduğumuz yere gidiyoruz.” – sf 364
“
Bir romancının yalanları her zaman dikkate değerdir” – sf 368
Cem Kurtuluş, 2014
0 yorum:
Yorum Gönder