1970’lerin karanlık yapısı olağanüstü çatışmalarla,
darbe dönemini hazırlayan sağ-sol kavgalarıyla geçti, herkes kendi kavgasını
veriyordu. Gençlik sağ-sol çatışmalarının içinde boğulsa da hepsi düşünen
toplumun bireylerini yansıtıyordu. Her ne kadar dönemin hükümeti
bunu farklı onaylasa da gençlik bir şeylerin kavgasını veriyordu. Bu çatışmacı
siyasi ortam; edebiyatın güçlü isimlerini ortaya çıkardı. 1958 plaka
doğumlu “ Erhan Bozkurt “ bir nevi
Ahmet İzzet’in oğlu, babasının ön adını alan şair Ahmet Erhan bu isimlerden biriydi. Kuşak itibariyle arkadaş çevresi
tarafından benimsenen bir isimdi. Kuşağının ağırlığını fazlasıyla
taşıyordu. Ahmet Erhan, daha 70’lerin gençlik fırtınasında, ve
sonrasında 20’li yaşların ertesine taşıdığı kitabı “
Alacakaranlıktaki Ülke “ bir nevi Ahmet Erhan’ın ülke için karanlık
bir kuşağı temsil edecekti.
Hüzün, Ahmet Erhan için her zaman en büyük
temsilciydi, bunu anlayanlar çoğunlukta olmasa da bir köşede yerini beklemişti. “
Alacakaranlıkta Ülke “ kitabında Adnan Özer “ hiçliğin çekimi: Ahmet Erhan’ın
yalnızlığı “ demişti. Bununla kalmayıp dönemin karanlığı
hakkında diğer bir önsöz olan
“ Ölüm Nedeni Bilinmiyor “ bölümünde “
Kitabın yayımlanma tarihi, Eylül Balyozunun ülke omurgasına inme tarihinden hemen
sonraya rastlıyordu ( Mart 1981) ki artık devrimciler darağaçlarında sıranın
kendilerine beklemişlerdi bile “ diyor Adnan Satıcı 1994 ‘te
yazdığı eleştiri köşesinde. Belirtmek çok mu gerekli bilmiyorum
Ahmet Erhan bu kitabıyla 1981, Behçet Necatigil şiir ödülünü de
almıştır ( ödüllerin kendisi için önemli olacağını sanmıyorum-kişisel
olarak)
Her Ahmet Erhan dizesi gibi kitabının isminin
bile “ Alacakaranlıktaki Ülke “ olması bile bir nevi
içeriğinin ne kadar buhran olduğunu gösteriyordu. “ Ülkeme
bakıyorum uzayıp giden bir gecede, suskun ve boynu bükük yalnızlığında bir
sokağında elimde henüz açmamış bir gül var “ ülkenin karanlığını
gerçekçi sözlerle anlatıyordu. Silahların patladığı zamanların başka
türlü olanağı da yoktu, Ahmet Erhan sonra devam ediyor “ çocuklar ilk silah sesinde yaşlanacakmışcasına sıkıca tutuyorlar
oyuncaklarını. “
Bir yanda silah sesleri ve korkular, diğer yanda
çocukların oyuncak dünyaları. Tarifi zor bir dünyaya gerçekçilik parolasıyla
yaklaşıyor Ahmet Erhan. “yitirecekleri ne kaldı şimdi onların, doğan ve
batan günlerle de var mıdır artık bir alıp verecekleri “ diyor. Sözler
etkisini arttırdıkça, o alacakaranlığa yaklaşmak daha da müsait
oluyor.
“ Tedirginlik ve acı
Böyle yaşar halkım. Evlerde, sokaklarda yarınlardadırlar
Ağa vurmuş bir balık kadar yorgun”
sözleriyle nokta atış dizelerle ülkenin bulunduğu o
karanlığı balıkların ağa takılmasına benzetmesinin açıklaması da yok benim nezdimde. Her
söz gerçekliğin haritasını suratımıza vuruyor adeta, gerçekliğin haritası
sözünü yazdıran da Ahmet Erhan’ın kendisi oluyor. Çağına, arkadaşlarına,
kuşağına öyle sesleniyor ki, okurken dönemin o siyasi havasını yaşayan insanlar
bunu en derinlerde hissetmişlerdir.
Şiirin her bölümünde ülkedeki buhran yükseliyor. Bir
kısımda silah sesleri, bir kısımda polisler, elinde şişesiyle geçen sarhoş. Her
birinin farklı bir hikayesi aynı noktada birleşiyor. Sözler
birbirinden ayrılmıyor, temas eden noktada hep karanlık hayatlar var. “
gece oluyor bakıyorsun kimseler yok sokaklarda, karşı evin duvarında öldürülmüş
birinin afişi “ sözü kadar can yakıcı şeyleri anlatıyor bize.
Hiçbirimize yabancı değil dönemin getirdiği buhran,
ama yaşayanların gözünde daha derin olduğu daha malumdur. 23 yaşındaki
Ahmet Erhan’da o çatışmaların ortasında ölümü öyle gerçekçi anlatıyor ki daha
gerçek ne olabilir diyoruz başka. “ sana nasıl anlatayım, her gün ölüme
gider gibi ayrılıyorum evden “ derken gerçekliğin son noktası belki de
bu cümle oluyor. Her noktada bir ölüm kokusu var. Ahmet Erhan’ın deyimiyle
yaşlı anaların feryatları bir yanda, bir yanda herkesin birbirine sorduğu soru
“ bugün kim ölecek.
“ bana bir çelenk yap kardeş
Üstüne de bir şey yazma
Ölüler okumayı bilmez ki “
23 yaşında Ahmet Erhan’ın yazdıkları kuşağının bütün
hissiyatını bu sözlerle anlatıyor, ölümün kokusu da korkusu da bu cümleler de
yer alıyor. Ahmet Erhan’ın Alacakaranlıktaki
Ülke aslında şiir vari değil, bir hikaye anlatır gibi ilerliyor, hikayesini
de kendi üzerinden yaşantılardan sunuyor bize. Sonra soruyor; “
Ölen kim, öldüren nereye kaçtı “ ölüm ile yoksulluk bir
aradadır, çatıların evlerinden yağmurlar dökülüyor, bir yandan da sokakta
öldürülen insanların kanları o yağmurun akıntısıyla gidiyordur.
“ sevişilmez böyle bir gecede, uyuyamaz da insan “ diye bazı anları da böyle anlatıyor Ahmet Erhan. Hüzün,
buhran kuşağı acılar içindeyken hangisi olabilirdi?
“ Alacakaranlıkta Ülke” isminden bahsedileceği gibi karanlık ve buhran
bir dönemde hem yoksulluk hem de yoksunluk temalarıyla devam
eder. 1978 yılının çatışmalarının bitmediği ortamda “ Bugün
de Ölmedim “ bölümünde Ahmet Erhan “ Ülkemde Bir Gece “ şiirinde “
hayat hiç bu kadar güzel olmadı, ölüm böylesine gerekli “ sözleriyle
sertlikte okuyucuya derin bir söz söylemeyi ihmal etmez. Bu aynı zamanda bir
tezatlık barındırır, silah sesleri patlarken sokaklarda hayatın güzelliğinden
dem vurup ölümün gerekliliğinden bahsetmek bir nevi tezatlık da
sayılabilir.
1978 yılı devam etmektedir, gençliğin fırtınası
durmadan eser. “ Bugün de Ölmedim Anne “ şiiriyle nasıl
şansa yaşadığından bahsedip durur, bunun devamını da “ bugün
oturdum ölümü düşündüm “ şiiriyle devam ettirir. 20 yaşında bir genç
olan Ahmet Erhan’ın gençliği bu çatışmalarla birlikte şiirlerine yansır. Bir
yanda yaşayan dostları, bir yanda darağacında olacak ya da olması beklenen
arkadaşları. Köşede de “ bugün oturdum
ölümü düşündüm, yirmi yaşında ve hayat bu kadar güzelken “ diyen Ahmet
Erhan. Daha sonra ağıtlar yakılır, türküler söylenir, analar evlerde
evlatlarına ağlar. “ Ağıt “ şiirinde
Ahmet Erhan bu durumu “çiçekçi bana bir
gül ver, sevgilime değil bir ölü için “ dizeleriyle anlatır arkadaşlarına
yaktığı ağıtı.
Ahmet Erhan’ın dostları bir bir eksilirken
yapabileceği tek şey karanlık bir akşamda şiir yazmak oluyor. Herkesin sırları
var olduğuna inanıyor, ama dostlarını yitirirken eksik bir şeylerce yaşayıp
gidiyor insanlar. “ Uzun Bir Şiirin Son Dizeleri “ , Ahmet
Erhan’ın Albert Camus alıntısıyla başlar, “ güneşin kendisi götürdü beni
karanlığa, öylesine yoğundu ki aydınlığı, evreni bütün biçimleriyle
pıhtılaştırıyor, bir karanlık parıltıya boğuyordu “ sözleriyle daha da
anlam buluyor.
“ Başlangıç “
şiirine “ aklımda kayalar kopuyor,
duvarlar yıkılıyor “ sözüyle giriş yapıyor Ahmet Erhan, şiirin isminden
uçurumlara doğru sürüklendiğimize de işaret ediyor. “ Kendi
sularınca boğulan bir denizim ben, kendi taşlarınca zaptedilen bir kale
“
Yıl 1980’dir, siyasi ortam yine çalkantılıdır.
Sokaklarda silah sesleri eksilmiyordur, bu silah sesleri arasında Ahmet Erhan,
şiirini yazmaya devam eder. “ Ölüm tutar köşe başlarını “ diye
sözünü söyler, sonraları da “ paltomun bir cebine ölümü, bir
cebine hayatı koydum “ hayat ve ölüm karmaşası arasında kayıp giden
yaşamları işaret eder Ahmet Erhan. Bu kadar genç ölürken, şiirinde ölüm olmasın
da ne olsun? Uzun Bir Şiirin Son Dizelerinde de “ kan
mı tutuyorum avuçlarımda “ diye de yeniler bu durumu.
Her yazdığı
şiirden bir yakma isteği oluşur Ahmet Erhan’ın içinde, arkadaşlarından
kopukken, birer birer yitirilmişken ne, neyi nasıl getirebilir kendisine? Bu
da “ Yaşamayı nasıl kanıksıyorsam, ölümü de
kanıksıyorum artık ( Başkalarının değil, kendi ölümümü “ dizesiyle
anlam bulmaya devam eder. Ve yaşamla birlikte ölümleri
görenler Ahmet Erhan’ın deyimiyle yaralı bir cırcır böceğinden
ibarettir.
“Milatta Önceki Şiirler “ gece yarıları söylenen ninni şiirindeki “
artık her şey bitti, geceleri sokağa çıkma “ dizesiyle bitişleri,
kopuşları, korku ve umutsuzluk arasında geçip gidiyor. “ her şey
bir acının bilincine varmakla başladı “ ile de devam ediyor
milattan önceki şiirler. Yarınlar, doğmayacak güneşten söz edenler ve
umutsuzluk silsilesinde ilerliyor. Akdeniz’e dönüşü de zor olur
Ahmet Erhan’ın. Kelimeleriyle bunu özetler; “ Akdeniz’de
ben kendi geçmişim ve geleceğimle birlikte, bütün insanlığın geçmişini ve
geleceğini buldum. Dokunduğum şu taş, üzerinde bir takım anlamadığım dillerden
sözleri taşıyan bu yazıt benden önce vardı, benden sonra da var olacak. Doğayı
yitirdik belki ama bir Akdeniz çocuğu her şey akar diye sesleniyor hâla “ dizeleriyle
seslenir.
Akdeniz arasındaki sıkışmaların resmidir bu sözcükler,
bir bilinç alanıdır ki her şeye gebe olunması doğal karşılanmalıdır. Akdeniz’de
hüzünle çarpışır Ahmet Erhan, bunu da dizelerine “ insan her dönüşünde
bulur mu eski ayak izlerini “ diye özetler. Kendine bir
dönüş karışıklığı içinde ilerler bu şiir, kendine dönmüş müdür bilinmez ama
kendinle çarpıştığı bariz ortadadır.
Yıl 1980’dir, bu şiir burada bitmiştir.
Sonuç olarak; toparladığımızda Ahmet Erhan’ın Alacakaranlıktaki Ülkesi; (Alacakaranlıktaki Ülke ) kaybolan
kayıp kuşakların, ölümlerin, yitirilen canların umutsuzluğu üzerine ilerleyen
bir kara harita gibidir. Gri bulutların üstünüze çöktüğü kasvet
ortamını da Ahmet Erhan şiir biterken şöyle özetlemiştir;
“ Akdeniz’e dönüyorum! Akdeniz’e dönüyorum
Anamın rahmine yeniden, yeniden döner gibi. “ ( 1980, Ahmet Erhan )
Cem Kurtuluş, 2018
0 yorum:
Yorum Gönder