Her şey bir anda terse dönebilir; bir anda kendini
nerede bulduğunu anlamayacak pozisyonlara gelebilirsin. Tutkunun derinlemesine
daldığın bir süreçte her şey başka bir süreçten geçebilir. “ Sound
of Metal “ isminden ötürü her ne kadar metal müzikle ilintili olacağı düşünülse
de hikayesi başka bir yapım bir o kadar sarsıcılığıyla öne çıkıyor.
Hikayeye dönecek olursak; filmin başlarında bir heavy metal
konserinde müziğe yön veren, yön verdiği itibariyle de tutkulu
olduğunu hissettiren, ritim tutan davulcu/baterist Ruben karakteriyle
tanışıyoruz.
İki tutkulu gencin/sevgilinin,müziğe olan tutkularıyla başlayan süreç turneye doğru yolculuğa çıkarıyor. Filmin başlangıcında davulcu Ruben'in daha hikayesini bilmeden göğsünde yazılı “ Please, Kill Me “ bir mesaj veriyor adeta.Karavanla çıktıkları seyahatte mutlulukların arasında kendilerine dair “ nasıl ölmek istersin “ sorusuna cevaplarını dinliyoruz. Sevgilisine hazırladığı meyve kokteyli, sabah mutluyken yaptığı spor, sevgilisiyle ettiği dansın sonrasında gelişeceklerden habersiz şekilde bir sabah kulağındaki duyma yetisinin azaldığıyla başlayan süreç asıl hikayeyi başlatan unsur oluyor.
Filmin ilk yarısında Ruben’in kırılgan hikayesine tanıklık ediyoruz.Kendini anlatmak için debelenmesi, sevgilisine aslında bir yük olduğunu hissediyor ya da bize öyle hissettiriliyor bu durum. “Duymayan biri başka nasıl olabilir ki” sorusu hafızada canlanıyor. Ruben, işitsel kaybını dudak okuyabilen Joe adlı yaşlı adamın yanına giderek iki bağımlı arasında bir yolculuk gerçekleşiyor.
Bağımlılıkları farklı olsa da ,Joe’nin hikayesi “ Vietnam’da yanımda bomba patladığında işitme yetimi kaybettim “cümlesinden anlıyoruz. Ruben’ın ilişkisi bir süre sonra ayrılık sürecine giriyor,özellikle iki karakterin verdiği tepkilerin anlatımı da bir o kadar sahici şekilde yer buluyor. Filmin ikinci bölümünde Ruben, sağır olmayı öğrendiği, işaret diliyle konuşanların yanına geçiyor. Kendine yabancılaşma, varoluş süreci, pek çok sıkıntılı sürecine bu bölümde tanıklık ediyoruz. Filmin üç bölüme ayrıldığını düşünürsek; filmin final süreci Ruben’in karavanını satıp artık yapmak istediklerini faaliyete geçirmesi ve eyleme geçmesine dönüşüyor.
Üçüncü bölümde film, ağırlığını Ruben karakteri üzerinden çözümlüyor. Kendi dünyasında başa çıkışları, ilk başta yabancılaştığı dünyada işaret dilini öğrenip başka dünyalarda dolaşmasına kadar gidiyor hikaye. Yaşam koçu olarak gözüken Joe’nun, Ruben’e yazı yazma teklifi de bir o kadar boşluk kavramının içinin ne kadar dolu olduğuyla alakalı sorgulama başlatıyor. Kalem,kağıt ve sonunda Ruben’in çöreği parçalayışı bir nevi iç dünyasındaki fırtına olarak bile betimlenebilir. Bununla birlikte filmin finali bekleneni karşılayamıyor veya diğer anlamda tatmin etmiyor.
Oyunculuklara gelirsek; Ruben karakterine can veren “ Riz Ahmed “ filmin genelinde bu rolün ağırlığını taşıyor. Tek başına sırtlıyor desek yanlış bir tabir olmaz. Kendisine partner görevi üstlenen Lou karakterine can veren Olivia Cooke genel itibariyle uyumlu bir ikili oluyor. Hatta öfkelendiği,filmin başında şarkı söylediği sahnelerde kendinden söz ettirmeyi biliyor. Yan karakter olarak Joe karakterine can veren Paul Ruci, tam olarak yaşam koçu olduğunu kanıtlıyor,bununla birlikte kısa rol biçilen Lou Berger’in babasını canlandıran Richard Berger karakterine can veren Mathieu Amalric de yan karakter arasında başarılı iş çıkarıyor.
Riz Ahmed’e ayrı parantez açmak gerekirse; Riz Ahmed, rolüne hazırlandığı bu süreçte sekiz ay boyunca günde iki saatini Amerikan işaret dili öğreniyor,iki saatini davul derslerine geri kalanını da oyunculuk koçuyla geçiriyor. Filmin on seneye yakın bir elden geçiriliş süreci var. Finansal imkanları da bu sürece eklersek kolay bir yapım süreci geçirmiyor film. Bununla birlikte filmin hikayesinde kopukluklar olduğunu belirtmekte yarar var ki, bir bağımlının bağımlılık sürecine değinilmemesi, Lou’nun babasına gidişiyle olan süreçin aniden geçiş sağlanması bir kısım eksikliklerden oluyor,öyle olmasaydı “ film daha uzardı “ diyor yönetmen bunun için.
Filmin içinde yer alan ses tasarıları ayrı bir öneme
sahip,ki bu da duyguyu verme yönünde sağır bir insanın içsel ve dışsal
dünyasındaki tepkileri ölçüyor diğer anlamda. Nichola Becker ile çalışan Darius Marder kendisiyle ilk
tanıştığında sessiz bir odaya gittiklerini söylüyor ve film tamamlandıktan
sonra sessiz şekilde izlediğini de söylüyor bir röportajında. Nichola Becker, 23 haftalık bir ses
miksajı işinden geçiriyor, bütün ses işleri de kendisinin elinden çıkıyor.
Sonuç olarak; başlangıçta parolası metal müzik olarak yola çıkan “ Sound of Metal “ işitme duyusunu kaybeden bir davulcunun hikayesi üzerinde yoluna devam eden, bu dramatik yolculukta da burukluk hislerini işleyen, iç sızlatan ama “ kült “ bir kategoride olmasa da köşede kalması gereken yapımlardan. Diğer bir anlamda “ Please, Kill me “ dövmesine karşılık, “ beni öldürmeyen acı güçlendirir” diye seslilik ve sessizlik arasında hissiyatlara sahip olduğunu da bir yandan haykırıyor.
İzlerken Altını Çizdiklerim;
“ Vietnam’da yanımda bomba patladığında işitme yetimi kaybettim. Bomba patladığında dinlediğim müzik hala hatırımda. Ama ondan sonra her şeyi kaybettim. “
“ Kilise ihtiyacı olanlara yardım eder,dindarlara değil”
Cem Kurtuluş,2021
0 yorum:
Yorum Gönder