Sinemanın kırılma noktası çocuk karakterlerin sinemada
yarattığı etkidir. Çocuklar ise dünyada saflık,berraklık denen durumu ifade
edendir, buna masumiyeti de eklersek çocuk hakkında bazı şeyleri net söylemiş
oluruz. “Jagten/The Hunt” (Onur Savaşı ) yalan ve çocuk
arasında bağlantıyı kurup sarsıcı bir konu üzerine yoğunlaşıyor. Filmin
başlangıcı itibariyle arkadaşlarıyla eğlenen Lucas’a tanık ederek
başlıyoruz,daha sonra Lucas’ın gerçek mesleği olan öğretmenliğe geçiş
yapıyoruz. Burada Lucas;bize öğretici,iyi, insanlara yardımcı olmayı seven bir
karakter olarak beliriyor. Filmin başlangıcında da kreşte çalıştığında çocuklar
kendi seveceklerini Lucas üzerinde göstererek bize kanıtlıyorlar bunu. Film
biraz ilerledikten sonra masum kız çocuğu Klara’nın tek başına kaybolmasıyla
başlayan süreci Lucas üzerinden devam ettiriyoruz.
Kreşte çocuklar arasında oynanan bir esnada hediye
hazırlayıp Lucas’a hislerini belli etmek isteyen Klara’nın Lucas’ı dudağın
öpmesi ise kırılma noktası oluyor. Çocukların bazı travmaları ilk hafızaya
kaydettikleridir, ve filmde de evde abileriyle ergenlik döneminde
izlenen porno filmleri gösterilir ve bu da Klara’nın bünyesinde farklı bir
tahribata yol açar. Klara’nın Lucas’ı dudaktan öptüğü andan itibaren yaptığı
hediyeyi inkar etmesiyle Lucas’ı suçlayıcı dönem başlamış oluyor bir nevi. Dudaktan
öpmenin sadece anne ve baba arasında vurgulayan Lucas’ın daha sonra Klara
tarafından cinsel organına dair sert olduğundan bahsediyor ve buraya kadar
Lucas’ın kendisine bunu yaptığına dair ortada hiçbir kanıt yok.Bunların hepsi
Klara’nın abisinin bilgisayarında arkadaşlarını gösterdiği penis fotoğrafından
ibaret oluyor.
Böylelikle film , temasını belli ederek bir
suçlama,bir iftira ve acımasızlık üzerinden gideceğinin sinyalini veriyor.
Film buraya kadar geldikleriyle ağır,sarsıcı,bir o
kadar gerilimin içine çekiyor bizi..
Filmin başlangıcında eşiyle durumunu düzeltmeye
çalışan,çocuğunu yanına almaya çalışan birinin daha sonrasında hayatının nasıl
tepetaklak olacağının sinyalini alarak ilerletiyor filmi yönetmen. Geyik
avlamayı da seven Lucas, diğer tabirle aslında av misali avlanan insan
konumunda olacağını da hafiften sinyalini veriyor.(-Her ne kadar filmlerde
bu konular işlense de hayvanın zevk misali avlanarak gösterilmesi her açıdan
eksi yazar bu filmi bunu da ek parantez olarak belirtmeliyim,maalesef böyle bir
ortamda çağın insanı bunu zevk için kullanmasını biliyor.)
Klara’nın iç dünyasında kendi kendine yaptıklarıyla
alakalı bir durum göze çarpıyor filmin ilk yarısında. Bunu hem Lucas’a
söyledikleri arasında,hem de kreş müdürü Grethe ‘ye söyledikleri arasında
benzerlik kurmak mümkün. Filmin ilk yarısında görülebileceği üzere
eğlenceli,çocuklarla şakalaşan bir insanın kendi hayatından başlayarak
oğullarıyla olan ilişkisine kadar hayatının nasıl tepetaklak olduğunu bu
süreçte tanıklık ediyoruz.
Atmosferin ağır ağır ilerlemesi,soğukluğu, bakışlardaki
keskinlik de buna ortam hazırlıyor. Yargısız infazın acımasızca kangren gibi
nasıl yayıldığını da bu atmosferde çırçıplak görmek mümkün.“ben çocukları
düşünüyorum Lucas,onlar asla yalan söylemez” diyen kreş
müdürünün aslında çocukların dünyasında her şeyin saf olduğuna güzel bir perde
olsa da çocukların hayal gücü dünyasında her şeyin mümkün olabileceğine dair
perde aralıyor.
Filmin ilk yarısında Lucas’a karşı bir yalan konusunda
herkes birleşmiş oluyor, “ o hiçbir şey yapmadı,aptalca bir şey söyledim
hepsi bu “ diyen Klara’yı dinlemeyen annesi de bunlardan biri, filmin
ikinci yarısında oğlu Marcus’un eve gelişi ve tutuklanmasına uzanıyor hikaye.
Markus’a gittiği markette artık gelmemesine kadar uzanıyor mevzu.
Herkes size karşıyken tek başına insan nasıl güçlü olur
sorusu da hafızalara yerleşiyor. Bu bölümde Marcus’un babasına karşın adalet
arayışı dokunaklı şekilde işleniyor. Marcus’un bakışlarındaki öfke,
hırpalanması da hepsini çıplak gözle izletiyor. Filmin en hüzünlü sahnesini
köpekleri Fanny’nin ölüşünü buldukları andır. Tutuklandığı mahkemece serbest
kalan Lucas’a öfke dinmemiş olsa da o haksızlık görmeye devam ediyordu, ama
yine de kendi geri dönüyordu,çünkü iyi bir insan ne kadar haksızlıklar karşısında
gün gelir sussa da en nihayetinde öfkesiyle geri döneceğini bilirdi.
Lucas, bunu anlatıyordu bize. Lucas’ın kiliseye
gittiği sahnede yine Lucas’a karşı alınan tavırları din üstünden veriyordu
film. İyi bir insanı yalanlarla hayatını kaydırıp da aynı yerde dua etmek
bölümünü hiciv politikasıyla veriyor Thomas Vinterberg. Filmin
ilk yarısında yalan ve iç hayatıyla boğuştuğunu gördüğümüz Klara’yı,ikinci
yarısında pek görememekle birlikte yerine ikinci yarıda Marcus karakteri
gösteriyor.
Kilise sahnesinde Lucas’ın Theo’ya haykırdığı adalet
isyanı daha etkili bir sahne olarak yaratılabilirdi,yine de Lucas’ın “benden
geriye hiçbir şey kalmadı haykırışı” bir o kadar dokunaklıydı. Filmin finaline
ilerlerken; insanın kendi dünyasında hiçleşmesinden sonra kendisine yapılanları
sineye çekmesini beklemek ve aynı sofrada olmak nasıl olurdu sorusunu da
yönetmen gösteriyor bize. İnsan,acımasız bir varlık; tek başına kalsa bile
bazen kendisini aşağılayan,hırpalayan insanlarla birlikte olabiliyormuş.
Oyunculuklara gelirsek... Lucas karakterine
can veren Mads Mikkelsen kuşkusuz filmin kemik kadrosundaki en
üst isim oluyor, yönetmen Thomas Vinterberg Lucas karakteri için bir
röportajında "Bu karakter bir bakıma modern bir İskandinav
erkeğinin portresi" diyor. Şiddete başvurmadan sakinliğini
koruyan bir yapıda tanıklık ediyoruz Lucas karakterine ve yönetmen Lucas’ın 8
saat boyunca sette ağladığını da söylüyor,bunu yapabilen az oyuncu olduğuunu da
ekliyor.
Bunun yanında çocuk karakteriyle masumluğu ve
şaşırtıcı vücut dilini yansıtan Klara karakterine can
veren Anna Wedderkopp muazzam iş çıkartıyor. Filmin ikinci
yarısında Marcus karakterine can veren Lasse
Fogelstrom bakışlarıyla,öfkesiyle,aldığı rol itibariyle etkili bir
performansa imza atıyor. Bunun yanında yan karakterler itibariyle Lucas
karakterinin çevresinde dolananlar da bir o kadar dolu performansa imza
atıyor,bunun da senaryo da katkısı oluyor.Senaryo’da Tobias
Lindholm ve Thomas Vinterberg; bir o kadar sarsıcı ve gerilim hattına
parmak basıyorlar.
Görüntü yönetmenliği konusunda “Charlotte
Bruus Christensen” doğa görüntüsüyle,gerek ışık kompozisyonuyla klas
bir iş çıkartıyor. Oyuncular dahil pek çok cast ekibinde olan kişi Danimarka
bölgesinden oluyor.
Sonuç olarak; “Jagten/The Hunt” (Onur
Savaşı ) bir insanın hayatının tepetaklak olmasını çocuk karakterler
üzerinden anlatım diliyle yakalayan bir film. Bunu yaparken çocukların bilinç
altındaki yalanların üzerine de yoğunlaşması bir o kadar etkili oluyor.Herkes
kendi çocuğuna “ yalan söylemez “ cümlesiyle yaklaşır, bazen duymak istediğiniz
bundan daha fazlasıdır
“The Hunt“ da bu
sarsıcılığın içi iyilikle dolu Lucas’ın dünyasının yıkılışına tanıklık ediyoruz
Geriye kalan tek soru ise Lucas’ın durumunda
olsaydınız kimse size inanmıyorken kendinizle tek başınıza kalsaydınız tek
seçeneğiniz ne olurdu?
Soru
bu, cevap ise zor!
“o hiçbir şey yapmadı,aptalca bir şey söyledim hepsi bu”
“ beynin yaşananları unutmayı tercih eder,çünkü
hatırlamak pek hoş değildir “
“neden tatlı olduğunu biliyor musun
Hayır
Çünkü
bundan haberin yok”
“çocukların
bu şeyler hakkında yalan söyleyeceğini sanmıyorum”
Cem Kurtuluş,2022
0 yorum:
Yorum Gönder