-Bir
zamanlar sert kıyılardan geçip kırmızı tuborg içerken kırık şairler okunduğu
kadar o şiirin sertliğine,bizi ne kadar yamulttuğuna dair hislerimiz bizi
duvara toslattırmıştı. Sokağın dilinin kanla başladığı yerde de bazı
hissiyatlar devreye girer. 20’li yaşların başlarında da Onur Sakarya, benim
için sokağın dilini sertçe ve sahici dille haykıran bir şairdi kendi adıma.
Ağdasız, sert, imgeye girmeden bodoslama mevzularından yola çıkan “hayatım
neyse, şiirim de o oldu” sözünden yola çıkarak yokuşlar kadar sıkıntılı bir
şiiri temsil ediyordu. 20’li yaşlardan sonra, 30’ların ortalarına
ulaşıldığında Onur Sakarya ile bu röportaj tarihe not düşsün
diyerek kendi adıma mevzuya daldım.
________________________________________________
CEM: Klasik bir soru olacak olsa
da; aslında insanın kendini tanıması da, kendini aşağı yukarı anlatması da zor
bir mesele. Her neyse; burayı kısa kesecek olursam; Onur Sakarya’nın hikâyesi
nerde ve nasıl başladı?
Onur
Sakarya: Hikâyem
ortaokul yıllarına kadar dayanır. Halamın şiirini yürütüp benim şiirim diye
sınıfta okumamla başladı. Asıl hikâyeyse, Ankara’da, Feyzi Halıcı ile tanışmam,
ki henüz lisedeydim, ve ilk şiirimin Çağrı Dergisi’nde yayımlanmasıyla başladı.
Adana’dan Ankara’ya taşınmamız benim için şiirimde milat olmuştur. Esaslı
okumalara başladığım zamanlar yani. Henüz reşit olmadığım yıllar. Ankara’da
attığım kültürel adımlar. Adana’dan Ankara’ya taşınmak bir ergen için taşradan
metropole taşınmak gibi bir şeydi. Aslında ben ve şiirim Ankara’da vücut
bulduk. Üniversitede Eskişehir’de ise bu vücuda ruh üfledik. Biraz böyle. Feyzi
Halıcı’nın bana en büyük katkısı şiirde ses ve ritm olmuştur tıpkı Attilâ İlhan
gibi. Düşünsene lisede aruz falan yazıyordum. Ve yazdığım şiirleri şiir
günlerinde okuyordum. Tecrübeler böyle yavaş yavaş oluyor.
Şiirle bir derdim var. Şiir benim için kurtarıcı. Bu olmasaydı muhtemelen delirmiştim ve kıçımı devirip bir odada öylece hiç konuşmadan yatıyordum. Kaldığım akıl hastanelerinde bunu gördüm. Kendini ifade edemeyen ve hiçbir zaman edemeyecek olan adamlar üç beş ilaçla tüm gün yatıyorlar. Ama ben öyle yapmadım. Sadece hastalığımın ilk dönemleri hariç. Bir buçuk yıl tuvaletle odam arasında mekik dokuyordum. Ve sadece acı çekiyordum.
Bir gün doğruldum ve “ne yapıyorsun lan
sen” dedim. İnanın şu anda neredeyse yirmi ilaç içiyorum günde ama ayaktayım.
Çalışıyorum. Eşimle oğlumla gayet mutluyum. Buraya gelene kadar çok çabaladım.
Çabalamadan olan şeyler uçar. Bu kanun gibidir. Şiir bana eşlik ederek önümü
açtı. Şiirle derdim budur. Bana şifa oldu. Beni taşıdı. Ha dersin ki şiir o
kadar masum mu? Değil. Çünkü bu bok hem zehir, hem şifa. Hem zehirlenmeden hem
de mutluluk kibri edinmeden bir cambaz gibi yürümelisin. İpin üstünde ve sakin.
Belki de bilmiyorum. Bu benim yolum. Senin yolun yılanlıktır. Zehir saçmaktır. Ben
zehir saçtığımı düşünmüyorum. On sene evvel belki. Ama şimdi denge önemli. Ya
da saldır. O senin bileceğin iş.
-
Herkesin sorusu illa ki farklı olacaktır, ama bu memleketin en büyük
icraatlarından biri olarak düşündüğüm “Kaburga Zine” ’da bulunmuş birçok
insanla birlikte müthiş bir mevzu başlatılmıştı. Onur Sakarya’yı ilk orada
tanımasam da, üçüncü sayıda yazdığı “kırmızı tuborg içicisi” hakkında “Ve her
şey tam da burada başladı. Üzerine bir sürü söz söylendi, üzerinde bir sürü şey
denendi, hatta ırzına geçildi, kurşuna dizildi, diri diri gömüldü, yetmedi
mezarına işendi. Ama o bir şekilde kendi yatağını buldu“ sözlerini
okuduğumda da gerçekliğin fazlası demiştim kendi kendime. Burada
farklı bir hikâye var demiştim. Bunun olayı nedir?
Burada
şiirin ve insan onurunun ya da onurlu insanın ama en çok da onurlu şiirin
yolculuğuna gidiyorsun. Ama o bir şekilde yatağını bulur. Buldu. Bu hep böyle
olmadı mı? Niçe aklıma geliyor. Bodler aklıma geliyor. Birçok yazar/çizer
filozof aklıma geliyor. Bütün bunlar neden erdemle kafayı bozmuş diye sürekli
sorular sordum kendime. Bir sürü erdem tarifi. Erdemle ilgili onlarca paragraf
şiir filan. En boktan mahallelerde yaşadım. En boktan takılmalardaydım. Terk
edilmiş evlerden villalara. Kıçını dolarla silenlerden kıçını taşla silenlere
kadar. Farklı gruplarda bulundum. Farklı evlerde uyudum. Neydi bu erdem? Erdem
neydi biliyor musun dostum. Günün sonunda erdem yürekti. Yürekteki saf
bilgiydi. Yani hiçbir kötülükle karışıp gitmemiş bir davranış biçimi. Şiir de
bu muydu? Buydu. Samimiyet yani şiirin ve insanın samimiyeti buradan geliyor.
Erdemden. Yürekten. Birtakım kafa karıştırıcı metafordan değil. Dilin erdemle
yoğrulması gibi. Diğerleri ne derler bilmem ama ben buna vardım. Ama buna
varırken şiire varmadım. Şiir benim bebek halimdi.
- Belki
yalpak bir soru olabilir ama yine de haklı bir soru da olabilir. Belki her
kuşağın, her dönemin, her çağın farklı bir bitişi var. Sorular bazen değişir ya
da değişmez. Şiir; şimdi nerede, savaşıyor mu gibi sorular illa ki bu çağın
sorusu olabilir. Sence şiir nerede şimdi?
Tarihsel
olarak şiirin ne durumda olduğunu ve bugününü inan bilmiyorum. Bundan elli yıl
sonra ne olur onu da bilemem. Fakat çağ hızlı. Çağ hızlandıkça akılla ilgili
sorunlar çıkıyor. Nereye varır bilmiyorum. Nerede bilmiyorum. Sadece
hissettiğim bir şey var. Şu aralar yazılan şiirden elli yıl sonra kalacaklar
olur. Her dönem kendi hitini yaratır. Kendi mitini de yaratır. Bundan eminim.
Güzel olacak. Kendi adıma nerede olduğumu biliyorum. Önceden bilmezdim. Şu anda
biliyorum. Benim şiirimin üstü sürekli karalansa bile kalacak. Bunu biliyorum.
Deneyecekler yok etmeyi ama nakşı yok edemezsin. Zor.
-Şiir
meselesinde diğer mevzu belki çok üstünde durulmasa da birincisi; kafiye ile
alakalı, ikincisi de imge. Bir şair olarak kafiyeye bakışın nedir?
Kafiye
kullandığım ve şiire yedirdiğim bir şey. Eski aruzculardan ve hececilerden
olduğum doğrudur. Ses ve ritm buralara kadar dayanır. İlkokulda rap şarkılar
yazıyordum sonra sınıfta bu komikli şarkıları okuyordum. Hep beraber
gülüyorduk. Komik hececi şiirler yazardım ortaokulda. Gülüşürdük. Hatta alakası
yok ama lisede arkası yarın hikâyeler yazardım. Her gün bir bölüm. Sınıfta
okurdum ve arkadaşlarım sonrasını merak ederdi. İmge ise; imgeye boğulmuş
şiirleri sevmiyorum. İmgeyi kullanmanın da yeri zamanı var. Çorbaya gerek yok.
Bir sürü çorbayı karıştırmaktan bahsediyorum. Tek çorba yeter kanımca. Bir de
imgeye boğulan şiirin yükseldiği hiçbir dönemde görülmedi. İkinci Yeni bile
bunları doğru yerde kullandı. Epik şiirleri sevmiyorum. Bana sahte geliyor. İmge
artık imajlara dönüştü. İmajları kullananlar ve bunun hakkını verenler
yükseliyor. Parlıyor. Yoksa çorbaların çorbası hep bulunduğu yeri eşelemeye
devam ediyor. Bu.
- Onur
Sakarya; Mersin doğumlu ve dönemsel olarak da tam cereyan eden bir dönemde
doğuyor. Ahmet Erhan’da tam da döneminin içinden ”Mersin” adını verdiği
şiirleriyle de acı bir coğrafyaya eşlik ediyordu. Onur Sakarya’nın şiirinde kan
izlerine rastlamak mümkün ve okuduğunuzda hem coğrafya gereği hem de şiir
gereği Ahmet Erhan şiirinden bir ceza sahasına giriş mümkün gelmişti bana.
Coğrafya, şiir, kelimeler birleşince Ahmet Erhan’ın Onur Sakarya’nın şiirinde
bir yeri var mıdır?
Doğrudan
değil ama okuduğum şairlerden biri olarak Ahmet Erhan elbet etkilemiştir. Yoksa
şiir dili bakımından Ahmet Erhan’la çok farklı bir yerde duruyoruz. O daha yere
basıyor. Benim şiirlerim daha büyülü. Daha sihirden geliyor. Ahmet Erhan
80’lerin sonrasından geliyor. Ben 90’ların sonundan ve 2000’lerin soluğundan.
Ahmet Ağbiyle sağlığında Facebook üzerinden yazışmıştım. Sohbetlerimiz oldu.
Kırılgan ve kibar bir adam olduğunu düşündüm hep. O yüzden tespit yapar ve
kırılır. Sürekli bir hüzün dolaşır şiirini. Bende hüzün fondur. Soundtrack’tir.
Somutlaşmaz. Ahmet Erhan çok iyi bir şairdir. Mersinlidir. Ben de Mersin
doğumluyum ama Adana’da büyüdüm. Onun için sorana Çukurova diyorum. Ya da
Adana-Mersin hattı filan diyorum. Yani bu Çukurova’da da bir şey var. Ona
inandım en sonunda. Havası mı suyu mu bir şey var gerçekten.
- Bu
memleketin en nitelikli işlerinden biri olarak düşündüğüm hem İngilizce hem
Türkçe olarak yayımlanan Subpress’in müthiş işi olarak tanımladığım “Anadolu
Ekspresi”: Yeni Türk Şiiri” adlı külliyat belki de pek çok kimsenin
atladığı bir eserdir. Şenol Erdoğan bununla ilgili “Kitapsız Çocuklar”
tanımını yapar. Bu dev eserde senin de şiirin var. “Kaptan!/ İnsan bir nefesten
ibaret dersin” Kısaca; bu çıkan Anadolu Eksprese Yeni Türk Şiiri külliyatı
hakkında orada yazılanlar bir nevi şiirin gerçek dilinin yansımasıdır bana
kalırsa. Kitabın arka kapağında yazan; “ Bugüne kadar Övgü, Ödül, ve Kayda
Değer kişilerin elinden çıkan değerlendirmelerle kendisine yer edinen “Şiir” in
sonuna gelmiş bulunmaktayız” ifadesi de bir kadar bir manifesto niteliğindedir
nerden baksak. Kısaca toparlarsam; bu eserle ilgili ne düşünüyorsun?
Ben bu
kitabın bir gün tekrar ortaya çıkıp konuşulacağına inanıyorum. Ne zaman olur
bilmem ama olacak. Bu girişim içeriğindeki şairler bakımından esaslı sahi bir
şiir girişimiydi. Kitap da samimi ve essahtı. Doğruydu. Bir manifestoydu evet.
Oldu ve olması gerekendi. Ama bunu bile anlamazlar hiçbir şeyi anlamadıkları
gibi. Hoş, ben onları zerre takmıyorum. Taksaydım zaten tökezlerdim bir yerde.
Ama bak buradayım. Fakat benim endişem o kitapta bulunan bazı şair
arkadaşlarımın durması oldu. Stopa bastılar. Kendi kontaklarını kapattılar.
Yapmamak lazım. İnatla gitmek lazım. Lazımdı. Ne olursa olsun şiir dedim. Bu
benim yaşamım evet. Ama şiir demek lazım. Sonuna kadar gitmek lazım. Takmadan
ve devam ederek. Yine de vakti geldiğinde bu kitap tekrar ortalarda gezecek.
Bunu bilin.
- Onur
Sakarya külliyatı ve dünyasının en büyük işlerinden biri bana kalırsa “Yancının Aşkı” işiydi ki
kırık bir kuşağın anlayacağı dildendi bu ve herkese göre değildi bana
kalırsa.”Korkumu yenmek için karanlığı tükettim, üstüne cigara yaktım, dumanı
içime çektim.” cümleleri de yutulur cinsten değil, harbici kuşağın
sözüydü “Yancının Aşkı”nasıl bir dönemde ortaya çıktı?
Yancının
Aşkı, Mersin Demirtaş Mahallesi’nde takılırken doğdu. Yaklaşık bir yıl kadar o
mahallede takıldım. İşim yoktu, ailemle kalıyordum, bir geleceğim yoktu, bir
umudum yoktu, hastaydım, tedavi oluyordum ve her şey bok gibi gidiyordu. Henüz
o mahalleli diziler, rap şarkıları yoktu. Dili kendiliğinden gelişti. Coşkun
Ağbi vardı. Soyadını hatırlamıyorum. Tetikçiydi. Hapishaneden yeni çıkmıştı.
Onla beraber bir odada oturur müzik dinler sohbet filan ederdik. Öğlen acıkınca
işportadan tantuni yerdik. Sanki bana vahiy geldi vallaha billaha. Birden şiir
oldular. Ve not defterime döküldüler. İlginçti. Yancının Aşkı kitabının Mahalle
bölümü böyle yazıldı. Siyah Ot ve Yakaza, evde kendim çoğalttığım iki fanzin
kitap adıydı. Onları da sonuna ekledim ve bu kitap doğdu. Kömür kokusu. Her
yerde tek katlı sobalı evler. Yola inmiş is. Mahalleyi kaplayan sis. Kesif bir
koku. Soğuk. Elektrikli ısıtıcılar. Soba olmayan odalar. Donuk. Battaniyeler.
Kaybolup gitmiş birçok hayat. Bulvarda üç takla attıktan sonra bir daha o mahalleye
gitmedim ama anısı kaldı işte. O da bir kitap zaten. Böyleydi.
-Onur
Sakarya’ya aşina olduğum zamandan beri Türkiye’den Sait Faik, Vüs’at
O. Bener, Orhan Kemal yakın gördüklerim olmuştu. Bunlar da sahici
işlerin peşinde koşanlardı benim için. Bu isimler üzerinden bir değerlendirme
yapacak olsaydın; Türkiye’de öykücülüğün gidişatı hakkında ne düşünüyorsun?
Bu
isimlerin hepsini okudum. En çok yakın bulduğum Orhan Kemal’dir. Yeni çıkan
öyküleriyse dergilerde denk geldikçe okuyorum. Yeni öykücülerle aram da hiç iyi
değil gibi. Birkaç kez sosyal medyadan da yazdım. Yeni öyküleri ancak
dergilerde görünce takip ediyorum. Doğrusunu istersen çok da umurumda değil.
Kendi adıma denemelerim oldu. Ama onlara öykü diyemem metin diyebilirim.
Benimkiler de genelde kısa ve öz. Bilmiyorum. Öykü, şiir ve romanın yanında çok
sihirli etkiler yaratmıyor bende. Kısaca öykünün gidişatı umarım iyi olur. Ne
diyebilirim ki.
-Şiir,
Öykü haricinde sormak istediğim bir diğer soru aslında Onur Sakarya’nın
çevirmen oluşu. Subpress aracılığıyla Muhammed Ali şiirleri, Richard Sıken ve
bununla beraber pek çok önemli işler çevirdi. Bana kalırsa şiirin çevrilme
durumu en zor hadiselerden biri. Bu konuda da şiirin çevirebilirliğine katkı
sağlayan bir “Ahmet Cemal” ve Cevat Çapan gerçeği var
Türkiye’de. Onur Sakarya şiirin çevrilebilir ya da çevrilmeyebilir
meselesine nasıl bakıyor?
Aslında
“çevirme” demiyorum ona. Türkçeleştirmek diyorum. Direkt çeviremezsin zaten.
Kültürel normlar ve farklar buna izin vermez. Her dilin kendine ait özel ve
yıkılamaz bir dünyası var. Birebir çevirmek imkânsız. Türkçeleştirirsen bak o
olur. En azından Türkçeye en yakın bu dersin. O ruhu vermeye çalıştım filan
dersin. Ben öyle diyorum sen de biliyorsun zaten. Birebir çevirmeye kalkarsan
da Google Translate oluyor. Komik duruyor. Bayağıdır çeviri işi almadım elime.
Neredeyse dili unutacağım. Ama çevirdiğim zamanlar hep şunu diyorum kendime.
Türkçede nasıl olurdu? Nasıl işlenirdi bu dize? Bu soruyla gidiyorum ama Can
Yücel kadar değil. Bir yandan da diyorum ki kendi kültürel formunu
kaybetmemeli. Bu başlı başına bir iş. Zor bir süreç. Özellikle de şiir. Yoksa
düzyazı daha kolay. Şiirde pencereyi genişletmen lazım. Bakıp işlemen lazım.
Bunlar hep belirleyici etkenler.
- Son
olarak Onur Sakarya’nın başka projeleri var mıdır ve son sözleri alalım?
Şu aralar
bitmiş ve yayımlanmayı bekleyen “Gökada” dosyam var. Şiir.
Başka bir projem yok. Kafayı dinlendiriyorum. Uzun süredir de tek şiir
yazmadım. Bir de üniversitede yazdığım bir öykü dosyam var ya da metin dosyam
her neyse. Ona da oturup çalışmam lazım ama tembellik hakkımı kullanıyorum. Son
olarak kafa sağlığınıza dikkat edin. Kendinize iyi bakın!
Not:
Fotoğraf, Onur Sakarya'nın "facebook" sayfasından alıntıdır.
Cem Kurtuluş, OCAK 2025 (ONUR SAKARYA RÖPORTAJI)