Chuck Palahniuk,“ Fight Club” kitabında tüketim kültürüne, hırs ve üstünlük
duygusuna eleştiri getirir. Sonrasında bu kitap David Fincher öncülüğünde
sinemaya uyarlanır. Kitabın çıktığı dönem Chuck kendine dair
bütün umutlarını kaybeden, ne olacaksa yazayım, kendini kabullendirmesi yol
arayan biridir. Bir röportajında bu soruya kendisi
şöyle cevap veriyor.
“ Dövüş Kulübü’nü romanlarınızı reddedenlerden intikam almak için yazdığınız doğru mu? Olanlar biraz ironik görünüyor”.
“Evet doğru, biraz ironik. Kaybedecek hiçbir şeyim kalmadığına karar vermiştim. Yazdıklarım nasıl olsa hiçbir zaman gün ışığına çıkmayacaktı, o yüzden canımın her istediğini yazabilirdim. Reddedilme ihtimaline karşı da, yolladığım adresli geri gönderme zarfının zamklı şeridine zehir sürebilirdim”.
“Fight Club” tüketim toplumunda çabalayan, bunları
defalarca tekrarlayan, bu yollar üstünde rotasını belirleyen bir film olmak
üzere yola çıkıyor. Film kapılarını bize yeni dünya düzeninden kesitler sunarak
açıyor. Filmin merkezinde ağzına silah dayalı biri var. Bu Edward
Norton’un canlandırdığı anlatıcı (The Narrator) karakteri filmin
başı itibari ile gerçek adı hakkında hiçbir fikrimiz yoktur.
(David Fincher senaryoda Jack isminin kullanıldığını, buna sadık
kalındığını söylemiştir. ) Insomnia rahatsızlığı
olan, bir araba şirketinde uzman olarak çalışan yalnız bir adamdır anlatıcımız.
Bize yansıtılan bu adamın/karakterin filmin genelinde çizdiği rol. Tüketici
toplumda işe giderek bütün sorumluluklarını yerine getiren, kahve içip, en
güzel markaları temsil eden birey kişisi görevini üstleniyor. Anlatıcımız
bahsedildiği üzere bir kurgusal karakterden ibarettir diğer bir deyişle.
Kronik uykusuzluğu olan karakterimizin doktora başvurarak acı
çektiğini söylemesi üzerine doktorun “ Acı mı görmek istiyorsun Salı
akşamları metodist kilisesine uğra. Testis kanseri olan insanları gör. İşte acı
orada “ cevabıyla filmin bu bölümü asıl hikayenin ne olduğunu anlatır
bize. Bu bölümde Marla ile tanışmasına tanıklık ediyoruz. “ Bir
tümörüm olsa adını Marla koyardım “ diye anlatıyor anlatıcımız
Marla’yı.
Nerede olduğunu bilmiyoruz kahramanımızın. Şehirlerden şehire
yolculuklarda, sattığı arabaların içinde kazaları incelemekte uykusuzluğunun
üstüne uykusuzluk ekliyor. Bu bölümüyle terapi gördüğü yerden iş dünyasına
uzanan bir yolculuk var. Uçtuğu bölgeler değişiyor,ama hatırladığı
pek bir şey yok diğer insanlar gibi. Bu durumu “ Her uçuşta tanıdığım
kişiler tek kullanımlık arkadaşlar ” sözüyle özetliyor durumu .
Anlatıcımız, Marla karakteri üstüne uçak yolculuğunda
kapitalist düzenle ilgili sözünü “ iş seyahatinde ölürsen hayat
sigortası üç kat para ödüyor “ sözüyle açıklıyor. Bu
yolculukta Tyler Durden karakteriyle tanışıyoruz.
. Tyler Durden, Narrator’ın (Jack) alter egosu görevini
üstleniyor. Arkadaşıyla tanışmasını “ sen şimdiye dek
tanıştığım kesinlikle en ilginç tek kullanımlık arkadaşsın “ sözüyle
özetliyor. Böylece Tyler Durden’ın dünyasına adım atmış oluyoruz.
Kişinin alter egosu durumunu Tyler Durden üzerinden
görmek mümkün burada. Kişinin benliğine dair mesajı Tyler Durden; “
kavga etmediysen kendini tanıyamazsın” sözüyle söylemiş oluyor.
Harabe, dökük evlerin mekan olarak kullanıldığı bölümde insanlara kendi
kimliğinin sadece dövüşmek olduğunu hatırlatıyor “ Fight Club “ (Dövüş
Kulübü)
Anlatıcımız iki benliğiyle savaşması noktasında bir yandan iş hayatında
görünen çabalar “ boşa giden her şey hırsızlıktır “ sözü,
diğer yandan Fight Club çizgisinde beliren hayatlar filmin merkezinde duruyor.
Tüketim manyaklığını biraz olsun böyle ifade ediyor. Kendileri gibi olmak
isteyenlerin resmini çiziyordu içinde bulundukları durum.
Dövüşüyorlar, kavga ediyorlar, bundan zevk alıyorlar, acı aldıkça
özgürlüğe yaklaşacaklarını düşünüyorlardı. Ettikleri kavgadan
sonra bu durumu “ sonradan günahlardan arınmış hissediyorduk kendimizi
“ sözüyle anlatıyor. Filmin dili bir nevi olmak istedikleri
gibi davranamayan, toplum tarafından tüketilen nesle mesajını yolluyordu.
Sabahtan akşama işlerinde çalışıp, gecesinde de oldukları gibi
olduklarını dövüş sahnelerinde tanıklık ediyoruz. Bir sistem
filminin içinde olmayı öğretiyor dövüş kulübü. Dövüşten fazlasını vaat ediyor
demek yerinde olur. Reklamlardan kendini
iyi bir yerlerde görmek için hayal kuranlarla ilgili sözünü söylüyor. Filmin
ilk yarısında Tyler Durden’ın getirdiği sistem eleştirisi, özgürlük, “ kavga “
kavramı üzerinden yarattığı atmosfer,filmin ikinci yarısında anlatıcımızın iki
ayrı benliğine doğru yola çıkıyor. Rock yıldızı olacağı söylenen bireylere,
sistemin içinde reklamlara ve afişlere inananlara, başkası gibi
hareket edenlere sözünün fazlasını söylüyor. Sadece bundan ibaret
değil insanın kendi iç dünyasındaki çatışmaları; her sabah kravatla işine giden
sistemin içinde boğulanlara dair mesajını veriyor.
Tüketim çağının içinden kaybolmuşluk, her gün aynı şeyleri tekrarlayan
insanları temsil ediyor “ Fight Club” Senaryoya
gelecek olursak; Chuck Palahniuk ismi kadar diğer kilit isim senaryoyu
yazan Jim Uhls oluyor. Devamlı Chuck ile senaryo
konusunda iletişimde olup gerisini de David Fincher'e bırakıyor. Jim Uhls,
senaryo konusunda o kadar iyi iş çıkarıyor ki filmi ilk izlediğinizde o kadar
detayın olmasını da David Fincher'a bağlıyor.
İlk izlediğinizde filmin üstünüzde kafa yormanızı istiyor yönetmen.
Senariste göre senaryo yazmadaki etkilenim noktalarından biri “Otomatik Portakal” filminin etkisi
oluyor, birçok kaynak var ;ama başlangıç noktalarından birisi bu oluyor. Chuck Palahniuk ve David Fincher ekseninde belki de Jim Uhls unutulan bir isim oluyor.
En az onlar kadar iyi işe imza atıyor kendisi.
Oyunculuklara gelecek olursak… The Narrator (
Anlatıcı-Jack ) rolüyle karşımıza çıkan Edward Norton ve Tyler
Durden karakterine can veren Brad Pitt filmin
iskeletindeki iki isim oluyor. Bunların yanında “ Marla “ karakterine
can veren Helena Bonham bu iki ismin yanında yan
karakterde filmin atmosferini başarılı bir şekilde taşıyor. David
Fincher'in hikayeyi anlatırken voiceover
kullanma amacını şu şekilde anlatıyor;
-Baştan beri romanın uyarlanma sürecinde miydiniz?
-Evet, büyük ölçüde. Çoğu filmin geliştirme aşamasında söylenen şeyler burada da söyleniyordu: “Film boyunca ‘voiceover‘ı (ana karakterin sesli anlatımı) kullanamazsın” gibi. İlk taslakta voiceover yoktu ve ben neden kullanmadığımızı merak ettim. “O tür şeyler sadece hikayeyi anlatamadığın zamanlarda kullanılır” cevabını verdiler. Fakat bence voiceover’ın olmaması olayları komik değil, üzücü ve acınası hale getiriyordu. Filmin ilk bölümünün olabildiğince hızlı olmasını istedim; olaylar panjurları kapatıp açar gibi hızlıca gerçekleşmeliydi. Kameranın düşünce hızıyla hareket etmesi gerekiyordu. Benim ilgimi çeken şeylerden bir diğeri de, düşünce akışı içinde zamanda ve kurguda atlamalar yapabilmekti: “Birazcık geriye gidelim, bekle, fazla gittik, evet işte buradan başlamıştık” gibi. Bu da anlatıcının düşünceleri kadar dinamik bir anlatım oturtmamızı sağladı “
Sonuç olarak; insanın kendi dünyasıyla çarpıştığının resmini gösteren, tüketim manyaklığının insanları nasıl boğduğunu vurgulayan, bunu yüzlerine vuran “ Fight Club “ müzikleriyle, diyaloglarıyla, karakterlerin başarılı yansıtılmasıyla ne kadar zaman geçerse geçsin kendisinden söz ettirmeyi başaracak bir film olma özelliğini taşıyor. İlk izlediğinizde belki gözünüzden pek çok detay kaçacak, zaten filminde merak noktalarından birini bu oluşturuyor. Kitaptan uyarlanma bir film olduğu için ağır eleştiriler olabilir; ki kitabı filme uyarlamak her zaman eksik bir durum oluşturur; ama David Fincher bunun üstesinden gelmeyi fazlasıyla başarıyor.
0 yorum:
Yorum Gönder