Kitabın
Adı: Yeraltından Notlar
Kitabın
Yazarı: Fyodor Mihaylovic Dostoyevski
Çeviren:
Nihal Yalaza Taluy
X.Basım
2014
Yayınevi:
Türkiye İş Bankası Yayınları
Editör:
Ali Alkan İnal
Redaksiyon: Koray Karasulu
Düzelti:
Müge Karalom
Bazı
kitaplar dönemsel olarak edebiyat tarihinde derin izler bırakmıştır. Aynı
zamanda bu kitaplar yaşanılan dönemin izlerini taşımıştır. Mevzu bahis konumuz;
Hem Rus edebiyatında, hem de dünya edebiyatında realistliğiyle öne çıkan bir başyapıt olan Dostoyevski’nin “ Yeraltından Notlar “ kitabı. “ Yeraltından Notlar” dönem olarak Rusya’da köleliliğin
feshedildiği 1861’den üç yıl sonra basılır.
1864 Rusya’sında birçok olay yaşandı. Bu olaylardan birkaçı tarihte
derin iz bıraktı.7 Mart 1864’te “ Şapsığ
“ köyleri Rus askerlerince ateşe
verilip yakılmaya başlandı. Bu olaydan 2 ay sonra Çarlık Rusyası Çerkezlere
soykırım uyguladı ve 21 Mayıs 1864’te Çerkez Sürgünü başladı. Çerkez Sürgününden 65 yıl sonra 1929 baharında Adigey'e bilimsel çalışma
üzerine giden Gürcü tarihçi
Simon
Canaşia’ya Şapsığların bölgesi Cubga’da karşılaştığı 91 yaşında bir ihtiyar o günleri
şöyle anlatıyor
“ Deniz kenarında
yedi yıl boyunca atılmış insan kemikleri vardı. Kargalar erkek sakallarından ve
kadın saçlarından yuvalarını kurarlardı. Deniz yedi yıl boyunca karpuz gibi
insan kafataslarını atıyordu. Benim orada gördüklerimi düşmanımın bile
görmesini istemem “
Böyle
bir dönemde çıkıyor Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı. Dostoyevski bu romanı 40 yaşında yazmıştır. Bu
yaş dilimi yetişkinlik döneminin bir sonraki evresidir. Ve bu yaş dilimlerinde
her şey birikir ve sonrasında bir patlama yapar. Dostoyevski’de tam da böyle bir
patlama yapıyor bu yaşta. Dostoyevski, Yeraltı hikayesini anlatmadan önce bize
şunları söylüyor
“ Gerek “ Notlar “
yazarının, gerek “ Notlar “ ın tamamen hayal mahsulü olduğu şüphesizdir.
Bununla beraber , çevremizdeki insanlar üzerinde biraz düşünülürse , bu
notların yazarı gibi şahısların aramızda bulunmasının yalnız mümkün değil,
muhakkak olduğu anlaşılır. Ben sadece pek yakın bir zamanın sıradan bir tipini
daha açık olarak kamu huzuruna çıkarmak istedim. Bu, henüz hayatta olan kuşağın
tiplerinden biridir. “ Yeraltı “ adı verilen bölümde bu şahıs kendisini,
fikirlerini tanıtırken, neden muhitimizde yer aldığını ve bunun neden
kaçınılmaz olduğunu açıklamak ister gibidir. İkinci bölümdeyse, bu şahsın
hayatına ait bazı olayları anlatan gerçek “ Notlar “ yer almaktadır. “ – Fyodor
Dostoyevski
Edebiyat
tarihinin şampiyonluğa oynayan “
Yeraltından Notlar “ kitabı “ Ben
Hasta bir adamım. Kötü bir adamım. Suratsız bir adamım ben “ diye başlar.
Realistliğini daha kitabın başından itibaren bize hissettirir Dostoyevski. Belki de edebiyat tarihinde hiçbir cümle bu
kadar can yakıcı, bu kadar kendine yönelik, kendini eleştiren yapıda
olmamıştır. Bu noktadan sonra devamlı eleştiri üstüne eleştiri yapıyor
Dostoyevski. Yeraltında sıkışan hayatlara kendine özgü bir anlatım örneği
sergiliyor. Bu romanı 40 yaşında yazmış olan Dostoyevski 40 yaşla ilgili de
tespit yapıyor.
“ Kırk yaşından fazla
yaşamak ayıptır; bayağılık, hatta ahlaksızlıktır! Tüm samimiyetinizle ,
dürüstçe söyleyin, kırk yaşını kim geçer? Ben söyleyim size; Aptallarla
namussuzlar “
Alay
edercesine konuşuyor Dostoyevski çoğu
zaman. Ama bu “ alay “ güldürücü bir alay. Yeri geliyor ciddileşiyor, yeri
geliyor güldürüyor. Romanın ağızlara sakız olmuş cümlesi de “ Her şeyi fazlasıyla anlamak bir
hastalıktır; gerçek, tam manasıyla bir hastalık “ cümlesi. İlk bölümde Dostoyevski kendini
anlatıyor, bu kendini anlatmalarında içtenliğiyle Dostoyevski’nin yeraltında
çoğu zaman kayboluyoruz. Bu kaybolmada kendi yeraltımıza iniyoruz. Bu yeraltı
öyle bir yeraltı ki; sessizliğin içinde karanlık var, ışık yok! Umutsuzluk
cümleleri beliriyor bu umutsuzluk ışığında. İnsanlığın yeraltına dair ince
tespitleri var Dostoyevski’nin. Hiçbir düşünceden geri kalmıyor. Cümlesini
esirgemiyor, duvara nasıl çivi çakılıyorsa bu çiviyi Dostoyevski sert
cümleleriyle beynimize çakıyor, ve bu çivilerden sonra geriye dönüş olmuyor.
Kitabın
ikinci bölümü “ Sulusepkene Dair “ Nekrasov
şiiriyle açılıyor. Bu bölüme Dostoyevski “ O sıralar ancak yirmi dört yaşındaydım. Hayatım o zaman bile sönüktü,
derbederdi; yabani sayılacak derecede bir başımaydım “ diye giriyor
mevzuya. Kendini yerin dibine vuruyor bu cümlelerde Dostoyevski. 40 yaşında
olan bir adamın ağzından dökülüyor bütün sözler. Bir nevi kendi hayatını
özetliyor. Bu bölümde Gogol’ı selamlıyor. Bu selamlamanın ardından Dostoyevski
bize kendi söylediği sözü hatırlatıyor ve diyor ki; “ Hepimiz Gogol'un paltosundan çıktık” Dostoyevski’nin kendisi Rus olduğu için kendi
toplumunu da eleştirdiğini gözlemliyoruz. Kitabın ikinci bölümünde Dostoyevski ,
Yeraltı Adamı’nın bir devlet memuru
olarak çalıştığını anlatıp duruyor. Sefalet içinde yüzdüğünden tut her türlü
mevzuya el atıyor. Kendini aşağılıyor, bu aşağılık duyguyu sizin de tadmanızı
istiyor.
Özellikle
kitapta “ Subay” adı üstünden
ilerleyen muhabbetle bizi kendi kabuğuna çekiyor. Bu kabukla birlikte bizde
yeraltı adamının içinde var olmaya çalışıyoruz. Bu yeraltı adamı aynı zamanda
şöyle diyor; “ Kendimi hiçbir zaman
ikinci derece bir rolde göremiyordum. Gerçek hayatta en sonuncu kademeye
isyansız katlanabilmem bu yüzdendi. Ya kahraman ya da çamurdan; ikisinin ortası
yoktu “ Dümdüz anlatıyordu bütün
olan biteni Dostoyevski, realistliği yüzümüze bir tokat misali çarpıyor. Okulda
yaşadıklarını Zverkov ve Simonov üzerinden anlatıyordu. Bu
bölümde aşağılanmanın zevkini satır aralarında Dostoyevski ile buluyoruz. Alay
ediyor, aşağılıyor, aşağılanıyor. Davetler alıyor bu davetlere katılıp
katılmama sorununu kendine soruyordu. O davete katılırken aynı ortamda bulunduğu
kişilere şöyle sesleniyordu Dostoyevski .
“ Ahlaksızlıkları
gösteriş, yapmacık doluydu; elbette ahlaksızlığın arasında zaman zaman baş
gösteren yapmacık bir kinizmle gençlik, tazelik de görünüyordu, ama bu tazelik
dahi sevimsizdi, çünkü yaptıklarının hepsi yalana dayanıyor, yalana
bürünüyordu. Hepsinden son derece nefret ediyordum, ama kendim onlardan da
aşağıydım o başka “
İnsana
insanı acımasız bir şekilde anlatıyordu Dostoyevski, o satırlarda kendimizi
bulmamız kaçınılmaz oluyor.
“ Zamanla insan
arasında karışmak dost edinmek ihtiyacını duymaya başlamıştım. Bazılarıyla
arkadaş olmak istedim, fakat hiçbir zaman tabii olamadığımdan denemelerim daima
boşa gitti. Sonunda bir arkadaş edinebildim. Ama zorbaca duygular o zaman bile
içimde iyice yer ettiğinden, arkadaşımı kendime esir etmek istedim; çevresine
karşı çocukta bir iğrenme yaratmaya çalışıp aşağılık muhitiyle münasebetini
hemen kesmesini şart koştum. İhtiraslı arkadaşlığıma zavallıcılığı sinir
buhranları geçirecek, gözyaşları dökecek denli ürküttüm çocuğun saf, hemen
teslim olmaya hazır bir ruhu vardı ve sanki maksadım sadece onu yenmek, kendime
benzetmekmiş gibi bana tamamıyla bağlandıktan sonra ondan nefret etmeye
başlayarak sırf çevirdim. Fakat hepsini yenemezdim; zaten arkadaşım öbürlerine
hiç benzemeyen , güç bulunur bir istisnaydı. “
Orhan
Pamuk’un “ Yeraltından Notlar “
kitabı için sunuş yazısında söylediği gibi “ Aşağılanmanın Zevki “ sözü Dostoyevski için biçilmiş kaftan
oluyor. Bu bölümde “ Aşağılanmanın Zevki”
eski arkadaşlarıyla buluştuğu bir veda yemeği gecesinde ortaya çıkıyor. Alaylar,
aşağılanmalar havada uçuşuyor. Yaşanılan bu veda gecesinden sonra; Sulusepken
adlı kitabın ikinci bölüme ayrılan
kısmında son hikaye Dostoyevski’nin genç bir fahişe ile yaşadıklarını
okuyoruz. Burada kahramanımız
karşındakini aşağılamaktan zevk alıyor, hayat dersi vermekten bıkmıyor, aile
kavramı hakkında birçok şeyden dem vuruyor. Kahramanımız kitabın içeriğinde de
aşağılama mevzusu üzerinde duruyor, bunu okuyucuya kitabında başında “ Ben hasta bir adamım “ sözleriyle
sunuyor. Dostoyevski’nin genç fahişeye öğütler verirken bir sözüyse ne kadar
realist biri olduğunu gözler önüne seriyor.
Bu sözlerde Genelevlerde pezevenkleri tarafından çalıştırılan kadınlar
gözümüzde canlanıyor. O söz okuyucuya şöyle sunuluyor; “ Namuslu bir kızın burada bir lokma bile boğazından geçmez, çünkü
neden yemek verildiğini hemen anlar. Burada daima borçlu olacaksın ve sonuna
kadar müşteriler senden bıkıp sırt çevirmeye başlayana kadar borcun
tükenmeyecek “
Kitabın
ilerleyen kısımlarında Dostoyevski bize tekrardan “ Aşağılanmanın Zevki”
sözünün içeriğini sunuyor. Ev hizmetkarını aşağılayarak hem hizmetkarın
hem de kendisinin aşağılık biri olacağını söylüyor okuyucuya. Roman biterken
Dostoyevski okuyucuya “ Bütün bu yazdıklarımın tatsız bir etki yaratacağına da
eminim, zira hepimiz yaşamla bağını az ya da çok kaybetmiş, kör topal idare
eden insanlarız “ diyor. Hastalıklı bir adamın sözleri bunlar. Dostoyevski bunları söylerken; 1864’ye yayımlanan “ Yeraltından Notlar “ için Nietzsche “ Yeraltından Notlar,
hakikatı kanla haykırır “ yorumunu yapar.
Sonuç olarak; Dünya klasiklerinde çevirinin ne denli öneme sahip
olduğunu anlamak istiyorsanız bu kitabı
Türkiye İş Bankası Yayınlarına Rusça aslından çeviren “ Nihal Yalaza Taluy “ tarafından
okumalısınız, ya da İletişim Yayınlarından okumalısınız. Piyasada bulunan diğer
ucuz çevirileri okuyarak kitabın ana
düşüncesinden uzak kalmanız yerine Nihal
Yalaza Taluy’un çevirisiyle yeraltına gömülüp dehşet düşüncelere
kapılabilirsiniz. Çünkü dönemine göre
Türkçe’yi böyle harikulade kullanan çevirmenin az olduğunu Nihal Yalaza Taluy’un
çevirisiyle ortaya çıkan “ Yeraltından Notlar “ ile daha iyi idrak edeceksiniz.
Yer
altında görüşmek üzere!
OKURKEN ALTINI
ÇİZDİKLERİM:
“
Ben hasta bir adamım… Kötü bir adamım. Suratsız bir adamım ben. Galiba
karaciğerimden zorum var. Doğrusu hastalığımın ne olduğunun da farkında değilim
ya, hatta neremin ağrıdığını bile iyice bilemiyorum. Tıbba ve doktorlara saygım
olduğu halde tedavi olmuyorum ve asla olmayacağım. “ – sf 3
“
Kötü biri olamamak bir yana, herhangi bir şey olmayı da beceremedi: Ne kötü, ne
iyi, ne alçak,ne namuslu, ne kahraman ne de haşerenin biriyim. Şimdi bir yandan
köşemde pinekliyor, bir yandan da acı,faydasız bir teselliyle avunuyorum: Zeki
insanlar asla bir baltaya sap olamaz, olanlar yalnız aptallardır. “ sf-5
“
Kırk yaşından fazla yaşamak ayıptır; bayağılık, hatta ahlaksızlıktır! Tüm
samimiyetinizle, dürüstçe söyleyin, kırk yaşını kim geçer? Ben söyleyeyim size;
Aptallarla namussuzlar. Bunu tüm ihtiyarlara, o saygı değer ak saçlı, mis
kokulu ihtiyarların yüzüne de söylerim. “ sf 5
“
Namuslu bir adamın bahsetmekten en zevk aldığı konu nedir bilir misiniz?
Cevap;
Bizzat kendisi “ Sf – 6
“
Her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; gerçek , tam manasıyla bir
hastalık “ sf-7
“
Güzel ve yüksek şeyleri ne kadar çok anladıysam, o kadar derinlerine battım,
sıkıştım kaldım içlerinde. Bundaki önemli nokta, bu halimin tesadüfü değil de
adeta kaçınılmaz bir nitelik taşımasıydı. Sanki bu hal bir hastalık, bir
düzensizlik değil,benim doğal halimdi; sonunda buna karşı koyma isteğim bile
kalmamıştı. “ –sf 8
“
Umutsuzluk en yakıcı zevktir, özellikle de içinde bulunduğun durumun
çaresizliğini açıkça kavramışsan. Tokadı yiyince, bilinç öyle bir ezilir ki,
pestile döner. Bana en çok dokunan, suçlu olsam da olmasam da her zaman bir
çeşit tabiat kanuna uyar gibi, herkesten önce kendimi suçlu görmemdi. “ sf 9
“
Ben, içi dışı bir insanı, tabiat ananın şefkatle, özene bezene yarattığı ,
gerçek, normal bir insan olarak görürüm. Böyle bir adamı delicesine kıskanırım.
Ahmak olmasına ahmaktır; bunun aksini iddia edecek değilim, fakat normal adamın
ahmak olması gerekmediği ne malum? Belki bu halin kendine göre güzelliği bile
vardır. “ – sf 11
“
Anlayışlı bir adam kendisine saygı duyabilir mi hiç ? “ – sf 17
“
Kalbimde bir kötülük nüvesi vardı. Tabiat kanunları beni ömrüm boyunca her
şeyden çok hırpaladığı halde bu durumlarda onları suçlamak ta imkansızdı. “
“
Kendi kendime macera hayalleri kuruyor, kafamda uydurduğum bir hayatı
yaşıyordum. Durup dururken, ortada fol yok, yumurta yokken kendi kendime
gücendirdiğim çok oldu; aslında hiç sebep olmadığını bildiğim halde kendimi
öyle dolduruyordum ki, sonunda gerçekten gücenip içerliyordum. Bu çeşit oyunlar
yaşamımı öyle bir sarmıştı ki, nihayet adeta kendime hakim olamaz hale geldim”
– sf 19
“
Bütün samimi insanlar ve işinde gücünde olanlar ahmak, dar kafalı oldukları
için faal kimselerdir. “
“
Ah baylar, belki de ben ömrüm boyunca başlamayı da , bitirmeyi de beceremediğim
için kendimi akıllı bir adam sayıyorum. Ben de herkes gibi gevezenin, zararsız
ama can sıkıcı boşboğazın biri olayım, ne çıkar. Ne çare ki gevezelik, daha
doğrusu elekle su taşımak her zeki adamın kaderine yazılıdır. “ – sf -20
“
Keşke sadece tembellik yüzünden hiçbir şey yapamasaydım. Tanrım , o zaman
kendime ne büyük saygı duyardım. Tembellik de olsa belirli bir özelliğe
sahibim, buna eminim diye kendime saygı duyardım. Benim için, “ Kim bu adam ? “
diye sorulunca “ Tembelin biri “ cevabını verirlerdi, ki bunu duymaktan da son
derece hoşlanırdım. Benim de kendime göre bir niteliğim, hakkımda söylenecek
söz olurdu “ – sf 21
“
Kadehime önce bir damla gözyaşı akıtıp, sonra o güzel ve yüksek şeyler şerefine
içme fırsatlarını asla kaçırmazdım. Dünyada ne varsa güzellik ve yükseklik
açısından görür, pisliği tartışma götürmeyecek en el dokunmaz çirkefte bile
güzel ve yüksek taraflar bulurdum. Alabildiğine sulu gözlü olurdum “ sf- 22
“
İnsanoğlunun çıkarının nerede olduğunu kesinlikle söyleyebilir misiniz? İnsanın
kendisi için iyilik değil, tam tersine kötülük arzulayabileceği, hatta bunu
yapmaya mecbur olacağı bazı hallerde ne olur peki, buna da çıkar denmez mi?
Böyle bir durumun yalnızca mümkün olması bile bütün kanunları yıkar. “ – sf 23
“
Medeniyet neyimizi yumuşatmış? Medeniyetin insanda duygu çeşitlerini
arttırmaktan başka bir işe yaradığı yok. “ – sf 25
“
İnsan medeniyete kavuşmakla eskisinden daha fazla kan dökücü olmamışsa bile, en
azından daha kötü, daha iğrenç bir kan dökücü olduğu kesindir. İnsan, eskiden
hak uğruna kan döker, bunun için önüne geleni gönül rahatlığıyla temizlerdi;
zamanımızdaysa, kan dökmeyi iğrenç saydığımız halde bu iğrençlikten kendimizi
alamıyoruz, hem de eskisinden daha çok. Hangisinin kötü olduğuna kendiniz karar
verin “- sf 26
“
İnsan ahmak bir yaratır, son derece ahmak! Daha doğrusu ahmak değil de
nankördür; eşine rastlanmayacak derecede nankördür. “ – sf 27
“
İnsana lüzumlu olan tek şey onu nereye sürükleyeceği belli olmayan hür
iradedir. “ – sf 28
“
Biz çıkarlarımızı yanlış anladığımız için arzularımızın çoğu da yanlış yoldadır
“ – sf 29
“
Arzunun akılla el ele vereceği gün hepimiz isteklerimize değil , aklımıza
hizmet edeceğiz; çünkü aklımız başımızdayken manasız bir şey isteyerek
kendimize bile bile fenalık yapmamıza imkan yoktur “ –sf 30
“
İnsanın kasten, şuurlu olarak zararlı, manasız, hatta son derece budalaca bir
arzuya kapıldığı bir durum , tek bir durum vardır; Yalnız akla uygun şeyler
istemek zorunda kalmayıp ne kadar manasız olursa olsun istemek hakkına sahip
olmak. Bu manasız istek, hele bazı hallerde bizim için bütün dünya nimetlerinin
üstünde bir değer kazanabilir baylar. Bazen bize açıkça zararı dokunduğu ve
çıkar üzerine en akla yakın düşüncelerimize taban tabana zıt düştüğü durumlarda
bile bütün öbür çıkarlardan daha çok fayda sağlayabilir; çünkü bizim için en
önemli,en değerli bir varlığı şahsiyetimizi özelliğimizi korumaktadır “ – sf 31
“
İnsanoğlu aptal olmasa bile dehşetli nankördür.. Nankörün nankörüdür. Hatta
bana göre en uygunu, insanı iki ayaklı nankör bir mahluktur diye tarif etmektir
“ – sf 32
“
Asırlar boyunca her milletin askerinin , sivilinin giydiği üniforma bolluğu
karşısında apışıp kalmayacak tarihçi yoktur “ – sf 32
“
Hayatta erdemin ve aklın canlı örnekleri olan allamelere,insan severlere bol
bol rastlanır; bunların gayesi, ömürlerini elden geldiği kadar erdemli ,
temkinli geçirmektir, varlıklarıyla etrafa adeta nur saçarak, dünyada erdemli
ve temkinli de yaşanabileceğini göstermek peşindedirler sanki. Ee,sonra? Sonrası
malum, bunların birçoğu , ömürlerinin sonuna doğru da olsa, er geç sürçüp
tamiri imkansız bir çam deviriverirler. “ sf- 32
“
Galiba insanların bütün işi, bir cıvata değil de insan olduklarını her an kendi
kendilerine ispat etmektir. Bu uğurda kendini feda edebilir, sırası gelince
mağara devri barbarı olabilir “- sf 33
“
İnsanın yaradılştan yapıcılığa, onu şuurlu olarak gayesine ulaştıracak bir
mühendisliğe, yani daima, nereye doğru olursa olsun kendine yol açmaya mahkum
edilmiş bir mahluk olduğunu kabul ederim.” – sf 35
“
İnsan hercai, bir dalda durmaz bir yaratıktır ve belki de satranç oyuncuları
gibi gayeyi değil gayeye giden yolu sever. Kim bilir ( emin olamayız tabii)
belki de insanların yeryüzünde ulaşmaya çalıştığı tek gaye, bu gayeye ulaşma
yolundaki daimi çaba, başka bir deyişle hayatın ta kendisidir, yani iki ere iki
dört cinsinden bir formül olan gaye değildir; zaten iki kere iki dört, hayat
değildir baylar, ölümün başlangıcıdır. Hiç değilse insan, bu iki kere ikiden
daima ürkmüştür; ben hala ürküyorum. “
sf 36
“
İnsan bütün ömrünü iki kere iki peşinde geçirir, bu uğurda denizler
aşar,hayatını harcar, fakat yemin ederim, arayıp gerçekten elde etmekten
korkar. Çünkü onu bulur bulmaz artık erişecek şeyi kalmayacağını bilmektedir “-
sf 37
“
İnsan gayeye ulaşmak için çalışmayı sever, fakat ulaşmayı pek istemez; bu hal
hiç şüphesiz çok gülünçtür. Şu halde insan daha doğuştan gülünç bir yaratıktır,
işin hoş tarafı da budur zaten. Gene de ne olursa olsun, şu iki kere iki pek
musibet bir şey. Bana göre iki kere iki sadece küstahlıktır efendim.” Sf – 37
“
Gene de biliyor musunuz,bizim gibi yeraltı takımının dizgininin sıkı tutmak
gerektiği kanısındayım. Çünkü kırk yıl ses çıkarmadan yeraltında otururuz, ama
bir fırsatını bulup yeryüzüne çıkarsak çenemizden kurtulamazsınız. “ – sf 40
“
Yalan, çünkü iyi olanın yeraltı değil, başka , bambaşka, hasretini çekip bir
türlü elde edemediğim şey olduğunu iki kere ikinin dört ettiği gibi biliyorum.
Cehenneme kadar yolu var yeraltının! “ – sf 41
“
Yaşamaya susadığınız halde hayat meselelerini bir mantık hercümerciyle çözmeye
kalkışıyorsunuz. “
“
Halbuki ben yalnız kendim için yazıyorum; okuyuculara hitap edişim bunun daha
kolay bulduğum bir yazış şekli olmasından ileri geliyor, bunu kesin olarak bir
daha belirteyim. Evet, sadece üslup meselesidir, yoksa yazdıklarımı kimse
okumayacak. Bunu açıkça söyledim zaten “ – sf 43
“
Notlarımı belli bir düzene göre yazmak istemiyorum. Hiçbir üslup, düzen de
gözetmeyeceğim. Aklıma ne gelirse kağıda aktaracağım. “ – sf 43
“
O sıralar ancak yirmi dört yaşındaydım. Hayatım o zaman bile sönüktü,
derbederdi; yabani sayılacak derecede bir başımaydım. Kimseyle arkadaşlık
etmiyor, konuşmaktan kaçıyor, gitgide daha çok kabuğuma çekiliyordum.
Vazifemde, çalıştığım dairede kimsenin yüzüne bakmamaya gayret ediyordum;
meslektaşlarımın bana yalnız acayip bir adam olarak değil – hissettiğime göre-
aynı zamanda tiksintiyle baktığını da gayet iyi görüyordum. Bazen, “ Neden
benden başka hiç kimse kendisine tiksinerek bakıldığını hissetmiyor “ diye bir
soru geliyordu aklıma. Memurlarımızdan birinin iğrenç, rende gibi delik deşik,
eşkıyaya benzeyen bir suratı vardı. Benim böyle münasebetsiz bir suratım olsa
kimseye bakamazdım sanırım. Başka birinin redingotu, kokusundan adamın yanına
yaklaşılmayacak derece eskimişti. Gene de hiçbirinin ne klığından, ne
suratından ne de herhangi bir manevi kusurundan çekindiği yoktu. Hiçbiri,
alemin onlara tiksinerek baktığını aklına getirmiyordu; getirse bile, böyle
düşünen kişi amirleri olmadığı sürece aldırmazlardı. Hudutsuz gururum ve bunun
doğurduğu aşırı titizliğim yüzünden boyuna kendimle meşgul oluyor, kendimden
bazen tiksintiye varan çılgınca bir hoşnutsuzluk duyuyor ve başkalarının da
bana aynı gözle baktığını düşünüyordum. “ – sf 47
“
Halbuki ben yalnızca zeki bir görünüşe razıydım. Hatta yüzümü zeki bulmaları
şartıyla o alçak ifadesine bile katlanırdım. “- sf 48
“
En büyüğünden en küçüğüne kadar dairemizdekilerin hepsinden nefret ediyor,
onları küçümsüyordum, ama aynı zamanda onlardan korkar gibiydim. Bazen
birdenbire kendimi hepsinden üstün gördüğüm olurdu. Bu hal bana durup dururken
geliyordu; ya küçümsüyor ya da kendimden çok üstün görüyordum. Kültürlü kendini
bilen bir adam kendine karşı hudutsuz bir titizlik göstermeden ve bazen nefrete
vardıracak kadar kendisini küçümsemeden mağrur olamaz. Fakat küçülürken de kendimi herkesin üstünde
gördüğüm anlarda da her karşılaştığım kimsenin önünde bakışlarımı yere
indiriyordum“ – sf 48
“
Zamanımızın bütün aydınlarında olduğu
gibi marazi derecede duyguluydum. Bizdekiler birbirinden hımbıl, aynı sürünün
koyunları gibi farksız kimselerdi. Dairemizde benden başka hiç kimse sürekli
korkak, köle ruhlu olduğunu düşünmüyordu muhtemelen; galiba tam da bu yüzden
kendimi aydın sanıyordum. Ama bu düşündüklerim sadece bir ihtimal değildi:
gerçekten korkak, köle ruhluydum. Bunu hiç çekinmeden söylüyorum. Zamanımızda
her namuslu adam korkak, köle ruhludur ve böyle olmalıdır. Bu onun için tabii
sayılan bir haldir.” – sf 48
“
Namuslu adamların korkak, köle, ruhlu oluşu yalnız zamanımıza, tesadüf
sayılacak bazı koşullara bağlanamaz, namuslu insanlar her zaman korkak ve köle
ruhlu olmalıdır. Dünyadaki hiçbir namuslu insan tabiat kanunundan yakayı
sıyıramaz.” – sf – 49
“
Kabadayılıkta ayak direyenler sadece eşekler ve eşek soylulardır; ama onlarınki
de duvarın önüne kadardır. Bunların hiçbir değeri olmadığından önem vermeye
değmez. “ – sf 49
“
Kimseyle konuşmak istemezken birdenbire öyle değişiyordum ki, dairedekilerle
yalnız konuşmak değil, artık arkadaşlık etmek istiyordum. Onlara karşı duyduğum
soğukluk birden kayboluyordu. Kim bilir, belki bu duyguların zaten aslı yoktu;
kitaplardan kapma yapmacık duygulardı. Bu meseleyi şimdiye kadar çözemedim. Bir
aralık dostluğumuz öyle arttı ki, evlerine gidip gelmeye, prafa oynamaya, birlikte
votka içmeye, şundan bundan, iktisattan falan bahsetmeye başladım. “ – sf 49
“
Evde en çok okumakla vakit geçiriyordum. Böylece içimde kabaran duyguları dış
etkilerle bastırmak istiyordum. Okumak bana uygun tek dış etkiydi. Okumaktan
şüphesiz çok faydalanıyordum: Kitaplar bana zevk, heyecan, ıstırap veriyordu.
Zaman zaman son derece bıktıdığı da oluyordu. Ne de olsa hareket ihtiyacı
duyuyordum ve o zaman birdenbire, koyu, bulanık, çirkin- sefih bile değil – bir
sefihçik olma arzusuna kapılıyordum. İhtiraslarım,özentilerim her zamanki
mariz hırçınlığım yüzünden keskin,
yakıcıydı. Böyle zamanlarda gözyaşlarıyla, çırpınmalarla karışık isteri
buhranları bile geçiriyordum. Okumaktan başka yapılacak işim, gidecek tek yerim
yoktu, çünkü çevremde saygıya layık, beni kendine çekebilecek bir meşguliyet
bulamıyordum. İçimde bir sıkıntı gitgide kabarıyor, çelişmelerle,
uyumsuzluklarla karşılaşma arzusuna kapılıyor ve bunun üzerine sefihliğe
başvuruyordum. “ – sf 52
“Sefahat
alemlerimi tek başıma, geceleri gizli , korka korka, utanarak yapardım; utanç
duygusu bir an bile peşimi bırakmaz, en iğrenç anlarda adeta bir lanetleme hali
alarak beni ezdikçe ezerdi. O zaman bile ruhumda bir yeraltı vardı.
Kabahatlerimi işlerken birisiyle karşılaşıp görülmekten, yakalanmaktan dehşetle
korkardım. Bu yüzden birbirinden karanlık, şüpheli yerlerde dolaşırdım. “ – sf 53
“
Her şey terbiyeli insanların karşılaştıklarında yaptıkları gibi olmalı: Bir
adım o, bir adım sen çekilerek birbirinize karşılıklı saygı göstermelisiniz. “ –
sf 57
“
Bazen bütün varlığımı öyle baş döndürücü bir sarhoşluk, öyle dört başı mamur
bir saadet kaplardı ki, kalbimde istihza duygusunun izi bile kalmazdı. “ – sf 61
“
Kendimi hiçbir zaman ikinci derece bir rolde göremiyordum. Gerçek hayatta en
sonuncu kademeye isyansız katlanabilmem bu yüzdendi. Ya kahraman ya da
çamurdan; ikisinin ortası yoktu. Beni mahveden de buydu zaten. Çünkü
çamurdayken, başka zamanda kahramanım, yalnız kahramanlar çamurun içinde
gözlenebilir diye kendimi teselli ediyordum. Düpedüz bir adam için çamurlanmak
ayıp sayılır, halbuki bir kahraman istediği kadar içine dalsın nasıl olsa çamur
bulaşmaz. “ – sf 62
“
Sefahat alemlerimin kendine göre bir derinliği yok değildi. Zaten ben öyle
düpedüz, aşağılık, avam işi bir sefahati kabul edip o çirkefe dalabilir miydim?
Bu alemlerde beni gece vakti sokağa sürükleyecek bir cazibe bulmasam gider
miydim hiç? Hayır efendim, asaleti olmayan bir harekete yanaşmazdım ben…” – sf 62
“
Her seferinde kahraman bendim; güya herkesi yendiğim için üstünlüğümü kabul
etmek zorunda kalıyorlardı, bende hepsini affediyordum “ – sf 63
“
Hayal kurmaya devamlı olarak üç aydan fazla dayanamaz, içimde şiddetli bir
topluma karışma ihtiyacı duyardım. Benim için topluma karışmak da amirim Anton
Antoniç Setoçkin’in evine gitmekti. Ömrüm boyunca sürekli görüştüğüm tek adam o
oldu, ki şimdi buna da şaşırıyorum. “ – sf 64
“Anlaşılan
onlar için sinek kadar değerim yoktu “ – sf 66
“
Halbuki ben hiddetten boğulacak gibiydim. Sokakta yürürken dişlerimi
gıcırdatarak kendi kendime söyleniyordum “ – sf
71
71
" Ahlaksızlıkları gösteriş,yapmacık doluydu; elbette
ahlaksızlığın arasında zaman zaman baş gösteren yapmacık bir kinizmle
gençlik,tazelik de görünüyordu, ama bu tazelik dahi sevimsizdi, çünkü
yaptıklarının hepsi yalana dayanıyor,yalana bürünüyordu. Hepsinden son derece
nefret ediyordum, ama kendim onlardan da aşağıydım o başka. Sınıf arkadaşlarım
bana aynı duyguyla karşılık veriyorlardı; üstelik benden tiksintilerini
gizlemiyorlardı. Hoş, ben de artık sevgilerini istemiyordum, istediğim tek şey;
onları küçük düşürmekti. Alaylarından kurtulmak için olanca hırsımla kendimi
derslere verdim ve en iyi öğrenciler arasına girdim. Bu, onların saygısını
kazanmamı sağladı..." - sf 73
“
Zamanla insan arasına karışmak dost edinmek ihtiyacını duymaya başlamıştım.
Bazılarıyla arkadaş olmak istedim, fakat hiçbir zaman tabii olamadığımdan
denemelerim daima boşa gitti. Sonunda bir arkadaş edinebildim. Ama zorbaca
duygular o zaman bile içimde iyice yer ettiğinden, arkadaşımı kendime esir
etmek istedim; çevresine karşı çocukta bir iğrenme yaratmaya çalışıp aşağılık
muhitiyle münasebetini hemen kesmesini şart koştum. İhtiraslı arkadaşlığımla
zavallıcılığı sinir buhranları geçirecek, gözyaşları dökecek denli ürküttüm;
çocuğun saf, hemen teslim olmaya hazır bir ruhu vardı ve sanki maksadım sadece
onu yenmek, kendime benzetmekmiş gibi , bana tamamıyla bağlandıktan sonra ondan
nefret etmeye başlayarak sırt çevirdim. “ – sf 74
“
aklıma bir şey takılmaya başladı mı kafam sadece onunla meşgul olurdu…” – sf 75
“
Basmakalıp laflarla böyle laf edenlerden ve fazla çıtkırıldımlardan nefret
ederim. İkinci madde, sefahatten ve sefihlerden nefret ederim. Hele sefihlerden
büsbütün! Üçüncü olarak; gerçeği, samimiliğive dürüstlüğü severim.” – sf 84
"
Şimdi gidersem sevinirsiniz baylar. Dünyada gitmem. İnadıma oturacağım, size
metelik vermediğimi göstermek için sonuna kadar içeceğim. Oturup içeceğim;
sonuçta burası meyhane , ben de hisseme düşen parayı yonlar, hem de oyun dışı
edilmiş taşlar gibi görüyorum. Oturup içeceğim ve şarkı da söyleyeceğim; evet
efendim; canım isterse şarkı da söylerim. Buna hakkım var... yani şarkı
söylemek.. hımm.. Fakat şarkı söylemiyordum. Yalnız hiçbirine bakmamaya
çalışıyordum; kayıtsız tavırlar takınarak , benimle ilk olarak onların
konuşmasını sabırsızlıkla bekliyordum. Yazık ki konuşan olmadı. Halbuki o anda
barışmayı ne kadar istiyordum..."
“
Bir an yalnız kaldım. Dağınık bir sofra, yemek artıkları, yerde kırılmış bir
kadeh, şarap döküntüleri, sigara izmaritleri arasında kafamda bir sersemlik,
heyecan, kalbimde dayanılmaz ıstırapla dikiliyordum; üstelik yanımda her şeyi
görüp duyan ve meraklı gözlerini bana dikmiş bir garson da vardı…” – sf 88
“
Kim olursa olsun, birine hükmetmeden, onu ezmeden yaşamam mümkün değildi benim.
Fakat, sadece düşüncelerle hiçbir şey açıklanamaz, o halde uzun boylu düşünceye
dalmanın faydası yok. “- sf 133
“
Bence sevmek, manevi üstünlük kurmak, zorbalık etmek anlamına gelir. Ömrüm
boyunca başka türlü düşünemedim: hatta şimdi bile bazen sevginin sevdiğimizin
bize gönül rızasıyla bağışladığı , kendine zorbalık etme hakkından ibaret
olduğunu düşünüyorum. “ – sf 134
“
Yeraltı hayallerimde bile aşkı nefretle başlayan ve manevi zaferimle biten bir
mücadeleden başka şekilde kuramıyordum, ama dize getirdiğim varlığı ne
yapacağımı hiç bilemedim. Kadını canlandıran, onu uçurumun dibine kadar
yuvarlanmaktan koruyarak yeniden doğmasını sağlayan biricik kuvvetin aşk
olduğunu biliyorum, ama manevi varlığım o derece bozulmuştu ve “ canlı hayattan
“ o kadar uzaklaşmıştı ki demin bana “
dokunaklı sözler “ dinlemeye geldiği sanıp kızı rezil etmeye kalkmamın da dokunaklı sözler dinlemeye değil, bana olan
sevgisi yüzünden geldiğini anlayamamamın da garipsenecek yanı yok bence. “ – sf
135
“
Hakaret en yakıcı en azaplı duygu da olsa bir arınmadır. “
“
Kolay elde edilmiş bir saadet mi yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir?
Evet hangisi daha iyi ? “ – sf 137
“
Kaprislerimiz, isteklerimiz yerine gelse bundan ilk biz zararlı çıkarız. Bize
daha fazla serbestlik vermeyi , ellerimizi çözmeyi, hareket alanımızı
genişletmeyi, üstümüzdeki vesayeti kaldırmayı deneyin bir…” – sf 138
Cem Kurtuluş, Aralık 2015
0 yorum:
Yorum Gönder