İnsan, ancak birinin acısını anladığında bir şeyleri tam olarak idrak
edebilir. Acı da insanın insanda gördüğü en ortak noktadır. “
Manchester By The Sea “ ( Yaşamın Kıyısında ) teması acıya
dayanan geçmişinde yaşadıklarından kaçan bir adamın hayatına
odaklanıyor. Film kapılarını bize bir tekne sahnesinde “ Mesele dünyayı
anlayabilmek “ sözüyle giriş yapıyor. Burada parlak bir dünya
gösteriyor film bize; görkemli manzara ve o’nun ihtişamı ve hayatı seven birkaç
insan. Asıl hikayeyi ilk başlarda göstermeyerek iyi bir iş yaptığını başlarda
söylemek gerekir.
Filme geçecek olursak; Manchester By The Sea’de baş kahramanımız Lee Chandler, musluk tamiratı ve kapıcılık yapan bir karakter profiliyle karşımıza yapıyor, ama bu karakterin içini derinlemesine incelediğinizde bambaşka detayları film ileriki süreçte gösteriyor . Filmin ilk 10 dakikasında sessiz ve yalnız bir adam olan Lee Chandler’in kadınlarla olan sorunlarıyla tanışıyoruz. Musluk tamirinde kendisiyle seks fantezisi kuran kadın da var bunun içinde, ağzı bozuk şekilde karşısına çıkan kadın da var. Bu şeyler karşısında Lee Chandler’in yapacağı tek şey; kendisine nasıl davranılıyorsa kendisinin de o şekil davranması oluyor.
Lee’nin filmin başından itibaren ölü bir adam profili çizmesi, aslında geçmişte olan hesaplaşmalarından kaynaklı.Zaten filmin direkt bize sızılarını hissettirdiği nokta da tam burası oluyor. Film ilk başta bunları bize göstermeyerek merak duygusu oluşturuyor, bu da gerilimi arttırıyor. Lee’nin ortada hiçbir şey yokken barda tek başına otururken bir takım adamlara saldırmasıyla başlayan süreçte sorunlu bir adam profili yaratıyor izleyene, ama “ bu adam neden böyle “ sorusunu sormuyor kimse. Filmin ilk 10 dakikasından sonrasında Lee Chandler’in telefonda abisinin ölümü haberini alması üzerine Lee Chandler Manchester’da bir sahil kasabasına gidiyor.Lee’yi bu sahil kasabında bir çok şey bekliyor. Abisinin gömülme süreci, yeğenine bakma sorunları Lee Chandler’i bekleyen başlıca sorunları oluyor. Çünkü Lee Chandler bunların hiçbirine hazır biri değil.
Lee Chandler geçmişte kalan hesaplaşmalarıyla kendini suçluyor, halen o hesaplaşmanın içinde kendine yer bulamıyor ve bitkisel bir hayat sürüyor. Tam bunlar sürerken film kafasını Lee ve Randi’nin hikayesine çeviriyor. Her ne kadar bu hikayeyi gösterse de seyirciye; bir yanda kamera Lee ve Patrick üzerinden başka hikayeyi anlatıyor, bir yandan da Lee Chandler’in kırık dökük hikayesine odaklanıyor. Ama bu kırık dökük hikayeyi fazla yaymıyor.
Hikayeyi daha da açmak gerekirse; evli ve çocuklu Lee bodrum katında arkadaşlarıyla partiler düzenleyen bir hayata sahip; hayatı o aralar mutsuzluk üzerine kurulmamış. Hikaye de geri dönüşleriyle bize bunu anlatmaya çalışıyor. Randi’yse hasta yatağında yatıyor. Randi’yi çocuklarına sevgi göstermeyen ebeveyn olarak görüyoruz daha çok, ama Lee daha çok çocuklarını seven baba konumunda.
Lee, Randi’nin hastalığını düşünerek yaktığı şömine daha sonrası bir faciaya dönüşüyor. Bu faciadan sonraki süreçte biri yoluna devam ederken, biri hayatına ölü şekilde devam ediyor. Kennet Lonergan da burada “ kadın acı çekse de bir şekilde hayatına devam eder “ mesajı veriyor. Ama bunu ne kadar sınırlandırmak gerekir o da yönetmenin düşüncesi. Detay mı / ayrıntı mı derseniz bilmem, film boyunca Lee Chandler’in elinde sürekli bir bira şişesi oluyor, bu bir metafordan ziyade içindeki depresifliği alkole verdiğini anlatıyor bize. Bir nevi Albert Camus’un Yabancı'sını Lee Chandler’in yaşantısında izliyoruz. Sessiz ve donuk bir adam kısa cümleler kuruyor, elinde bira şişesi ve geçmişinden kurtulamıyor. Geçmişin izlerini alkolle atlatmaya çalışıyor ama geçmişinden önce de alkol ile olan bağlarını filmde sıklıkla görüyoruz.
Filmde herkes payına düşeni alıyor, çünkü herkes kendi hikayesinin acısını yaşıyor. Patrick kaybettiği babasının acısını tekneyle doldurmaya çalışırken, Lee geçmişiyle hesaplamanın peşinde olup sessiz ve donuk bir adam olarak geçmişten kaçmaya çalışıyor, Patrick’in annesi kendine yeni bir hayat kuruyor. Bu hikayede en belirgin kahraman Lee Chandler oluyor. Güçlü olunamayacağının sinyalini öyle güçlü veriyor ki; sessiz,donuk,ölü kelimeleriyle yüzleştiriyor izleyeni de ve ölü adam rolünün de hakkını veriyor. O ölü adam geçmişiyle hesaplaşamıyor, geçmişi geldikçe karşısına söylediği sözler kısalıyor bu sözler karşısında kılını kıpırdatamıyor
Oyunculuklara geçecek olursak; filmin çoğu yerinde gördüğümüz Lee Chandler karakterine can veren Casey Affleck ölü ve bitkisel bir adamın nasıl canlandırdığını harfiyen yerine getiriyor. Böyle karakterlere can vermek zor bir iştir, özellikle bu kadar iyi bir performans sergilemekse tabiri caizse her yiğidin harcı değildir. İşte Casey Affleck bunun üstünden fazlasıyla geliyor. Bunun yanında çok sıklıkla görmesek de Randi karakterine can veren Michelle Williams da kendisine iyi bir partner oluyor.
Lee Chandler ile her sahnede hemen hemen gördüğümüz Patrick’e hayat veren Lucas Hedges, Lee Chandler karakterinin altında ezilmiyor. Patrick’in çocukluğunu oynayan Ben O’Brien da başarılı bir profil çiziyor ama hepsini topladık mı Lee Chandler karakterini canlandıran Casey Affleck kadar etkileyici olamıyor. Lee Chandler’in böyle güç karakteri de böylesine etkili oynamış olması kişisel görüş belirtmek gerekirse oynadığı karakterin dünyasıyla kendi iç dünyasını karşılaştırmak gibi geliyor. Hikayenin bütünlüğünün kendisinde toplandığını düşünsek de böyle bir donuk adamı canlandırmak da kolay bir iş değil.
Kenneth Lonergan’ın güçlü hikayesindeki o ağır anlatımın derinliğine de odaklanmaktan geri kalmadan, “ Lee Chandler “ karakterini canlandıran Casey Affleck de senaryoyu yazan Kennet Lonergan hakkında da “Kenny’nin yazdıklarının o kadar iyi olduğunu biliyorum ki filmde keşfedilecek çok şey var. İlk bakışta açıkça görebileceğiniz bir şey değil.” diyerek filmi izleyeceklere de mesajı veriyor. Gerçekten de dediği gibi izleyen de metafor kavramlarını kendi kafasında kurabilir, ve bu da kişiye göre farklılık değiştirebilir. Aynı zamanda yönetmenin kendisine Lee Chandler karakterinin neden olduğu sorusu da soruluyor, özellikle neden erkek de kadın karakter değil diye. Bu da yönetmenin takdirine kalmış.
Herkes filmden oldukça etkileyici sahne çıkarabilir ya da çıkarmayabilir; benim çıkaracağım sahne yemek pişirirken uyuyakalan Lee Chandler’in geçmişiyle hesaplaştığı, barda kendisini tanımayanlara karşı " beni tanıyor musunuz,o zaman ne diye bakıyorsunuz " serzenişleri ve bununla birlikte birinci bölümdeki travma yaşadığı esnalarda olduğu karakol sahnesi diğer anlamda o kederi dipten dibe hissettiriyor.
Sonuç olarak; Kenneth Lonergan’ın üç senede senaryosunu tamamladığı -hem yazıp, hem yönettiği ve etkileyici hikayesiyle bir defa değil, birkaç kez izlenmeyi hak eden bir film olan “ Manchester By The Sea “ hikayesi derin, bir o kadar “ tuhaf ve karmaşık “ bir yapım. Belki de bu filmin tek eksi ve sevilmeyecek yönü süresinin uzun olması olabilir; ama hikayenin içindeyseniz bu bile gözükmeyebilir. Filmin uzunluğundan sıkılacaklar için söyleyebileceğim tek şey ise Lee Chandler’in hayatına odaklanın ve ölü bir adam nasıl canlandırılır dikkatle izleyin! Durağan anlatımlara uzaksanız; filmden uzak da kalabilirsiniz,çünkü hikayeye odaklandığınızda gerisi kendiliğinden gelecektir.
Cem Kurtuluş,2016
0 yorum:
Yorum Gönder