“Korkunç bir hata yaptın, dün gece hata yapan milyonlarca başka insan gibi”
İnsan, ancak birinin acısını anladığında bir
şeyleri tam olarak idrak edebilir. Acı da insanın insanda gördüğü en
ortak noktadır.
“Manchester by the Sea “(Yaşamın Kıyısında ) teması acıya dayanan geçmişinde yaşadıklarından kaçan bir adamın hayatına odaklanıyor. Film, kapılarını bize bir tekne sahnesinde “Mesele dünyayı anlayabilmek “ sözüyle giriş yapıyor. Burada parlak bir dünya gösteriyor film bize; görkemli manzara ve o’nun ihtişamı ve hayatı seven birkaç insan. Denizin ortasında eski bir teknedeyiz, ve Lee ile yeğenini bu teknede görüyoruz. Lee Chandler burada espri yapan ve konuşkan biri gibi gözümüze çarpıyor.
Yönetmen asıl hikayeyi ilk
başlarda göstermeyerek iyi bir iş yaptığını başlarda söylemek yerinde olur. Filme
geçecek olursak; Manchester by the Sea’de baş
kahramanımız Lee Chandler, musluk tamiratı ve
kapıcılık yapan bir karakter profiliyle karşımıza çıkıyor,ama bu karakterin
içini derinlemesine incelediğinizde bambaşka detayları film ileriki süreçte
gösteriyor.
Filmin ilk 10 dakikasında sessiz ve yalnız bir adam olan Lee Chandler’in kadınlarla olan sorunlarıyla tanışıyoruz. Aslında bu tam da bir sorun sayılmaz, çünkü olması gerektiği gibi davranıyor Lee Chandler. Musluk tamirinde kendisiyle seks fantezisi kuran kadın da var bunun içinde, ağzı bozuk şekilde karşısına çıkan kadın da var. Bu şeyler karşısında Lee Chandler’in yapacağı tek şey; kendisine nasıl davranılıyorsa kendisinin de o şekil davranması oluyor.
Patronu Lee’yi “kabasın,soğuksun,günaydın
bile demiyorsun” sözleriyle anlatıyor ve işini iyi yapmasına karşın
kendilerine davranış şekline göre yol alması da Lee Chandler’in karakterini
ortaya koyuyor. Tıkanmış bir klozet,
akan bir çatı, ya da delik bir boru, veyahut çöplerin toplanıyor olması ve
her işe tabiri caizse tek kişinin omzuna sırtlanmasında Lee Chandler
üzerinden kapitalizm okuması yapmak da doğru olur.Tıkanmalar,bozulmalar,akıntılar,çer
ve çöplerin hepsi tek başına Lee Chandler üzerinde toplanıyor ve bunun
karşılığı ise ucuz bir meblağ karşılığında başka bir şey olmuyor,tam da
kapitalizm de olduğu gibi..
Lee’nin filmin başından itibaren ölü bir adam profili çizmesi, geçmişte olan hesaplaşmalarından kaynaklı. Bunu filmin başında hemen görmüyoruz, ama bakışları,donukluğu bunu ele veriyor. Zaten filmin direkt bize sızılarını hissettirdiği nokta da tam burası oluyor. Film bize bunu ilk başta göstermeyerek merak duygusu oluşturuyor, bu da kaçınılmaz olarak gerilimi arttırıyor. Basitlik,saflık,sadelik adına kavramları hissetmemiz en doğal şey oluyor. Lee’nin ortada hiçbir şey yokken kendisine bakmasıyla karşı masasındaki kişilere “beni tanıyor musunuz” diye sorusuyla başlayan sorular tufanında “zannetmiyorum” sorusuna karşılık” ne bok yemeye bakıyorsunuz o zaman” cevabıyla devam eden süreçte sorunlu bir adam profili yaratıyor izleyene, ama “bu adam neden böyle “ sorusunu sormuyor kimse.
Barda yalnız başına içinde taşıdığı hüzün ve melankoli fırtınasını daha
öncesinde bakışınla anlamış oluyoruz. Hiçbir şey yapmadığı halde; kadının
birayı Lee’nin üzerine dökmüş olmasıyla basit bir tanışma süreci de bunlardan
nasibini alıyor,ama Lee’nin tanışmak gibi gayesi yok,çünkü Lee’nin kendi içinde
yaşadığı dünya kendisine yetiyor.
Filmin ilk 10 dakikasından sonrasında Lee Chandler’in telefonda abisinin ölümü haberini alması üzerine Lee Chandler Manchester’da bir sahil kasabasına gidiyor. Ölüm haberi için gittiği hastanede Lee’nin her şeye karşı soğukkanlı ifadesi de kendisinin ruh halini tanımamız için yeterli oluyor. Lee’yi bu sahil kasabasında bir çok şey bekliyor. Gömülme süreci, yeğenine bakma sorunları Lee Chandler’i bekleyen başlıca sorunları oluyor. Çünkü Lee Chandler bunların hiçbirine hazır biri değil. Lee Chandler geçmişte kalan hesaplaşmalarıyla kendini suçluyor, halen o hesaplaşmanın içinde kendine yer bulamıyor ve bitkisel bir hayat sürüyor.
Tam bunlar sürerken film kafasını Lee ve Randi’nin hikayesine
çeviriyor. Filmi bu bölümde; üç hikayeye bölmek mümkün. Lee Chandler’in ölüm
haberi almadan önceki hali, ölüm haberi sonrası hali ve Randi ile yaşadığı
evlilik. Film bunu başlarda geçiş olarak atlamalı kurgu olarak veriyor. Her ne
kadar bu hikayeyi gösterse de seyirciye; bir yanda kamera Lee ve Patrick üzerinden
başka hikayeyi anlatıyor, bir yandan da Lee Chandler’in kırık dökük hikayesine
odaklanıyor. Ama bu kırık dökük hikayeyi fazla yaymıyor.
Lonergan kısaca zaman zaman geriye dönüşlerle anlatıyor hikayesini, bu arada
karmaşık gibi görünse de hikayenin kahramanlarını tanımak açısından seyirciye
kolaylık sağlıyor. Lee, trajik hikayede kendi kabuğuna çekilmekle boğuşurken,
yeğeni Patrick biraz daha arkadaşlarıyla şakalaşıp,sohbet ederken daha Lee gibi
gerçek acıyı hissedemiyor. Patrick ile Lee arasında tuhaf bir akraba ilişkisi
var. Kendine geri çekilen Lee’nin elinde devamlı bir bira şişesi ve alkole olan
eğilimi görüyoruz. Tam olarak hikayesinin tamamını bilmeden alkol ile Lee
arasında sahici bir gerçeklik var, bu da kendi yalnız, ve içsel dünyasıyla alakalı. Lonergan’ın zaman zaman geriye
dönerek anlattığı hikayede Lee Chandler’in kafayı kırmasına sebep olan
hikayesine döneriz.
Hikayeyi daha da açmak gerekirse; evli ve çocuklu Lee bodrum katında arkadaşlarıyla partiler düzenleyen bir hayata sahip; hayatı o aralar mutsuzluk üzerine kurulmamış. Hikaye de geri dönüşleriyle bize bunu anlatmaya çalışıyor. Randi’yse hasta yatağında yatıyor.Randi’yi çocuklarına sevgi göstermeyen ebeveyn olarak görüyoruz daha çok, ama Lee daha çok çocuklarını seven baba konumunda. Lee, Randi’nin hastalığını düşünerek yaktığı şömine daha sonrası bir faciaya dönüşüyor. Evinde verdiği parti sonrasında içkili,uyuşturuculu,kafası dumanlı şekilde olan hikaye trajedinin de başladığı yer oluyor.
Aynı zamanda abisini kaybettiği zamanlarda avukat ile
Lee Patrick’in vasisi olmaması için
pazarlık masasında oturuyor. Burada Lonergan dönüşümlü şekilde Lee’nin abisinin
ölümü sonrası yaşadığı hüzün ile evinde partileyen Lee’nin yaşantısını
gösteriyor bize. Burada psikolojik bir derinlik şeklinde sunuluyor bize bu.
Avukatla beraber oldukça Lee Chandler, her defasında geçmişine doğru döndürüyor
bizi yönetmen.
Geçmişe dönük izlediğimiz hikayede içki almaya gittiği esnada Lee’nin evi yanar hale gelmesiyle film en acı verici hikayeye seyirciyi ortak eder. Bunu Lonergan, abisinin ölümünden sonra bunları düşünürken geçmişi üstünden atamayan Lee Chandler’in hikayesi üzerinden yapar. Çocukları için haykıran bir annenin feryadını duyarız bu bölümlerde, ve daha sonrasında oluşacak suçluluk hali de insanın asla atlatamayacağı kırıklık olarak kalacak. Sessizliğini içine gömen bir insan olarak uzaktan yaptığı faciaya bakar Lee Chandler, kendi hatasının bedelini de yıllar boyunca aklından atamayıp kendi ölümünü ilan eder bir bakıma. Yanan evle birlikte Lee Chandler’in yüzündeki ifadeyle birlikte atmosfere uyumlu müzikler de hüznü arttıracak kuvvete olarak kırılgan bir yapı inşa ediyor. Yangının nasıl çıktığı hikayesini Lee Chandler karakoldaki sahnesinde daha detaylı sessiz,hüzünlü,sade bir anlatıyla dinlemiş oluyoruz.
Bütün suçu kendinde bulan suçluluk dünyasını kendinde bulan ve
polisin silahını alıp kafasına dayama sahnesi de filmin en sert,en acı ve en
gerçek sahnelerinden birini oluşturuyor.
Patrick ve Lee arasındaki diyaloglarda; arkadaşlarıyla eğlenen Patrick’in artık
yavaş yavaş ergenlikten çıkıp biraz daha gerçekleri görmesiyle tanışıyoruz.
Dondurucuda babasının kaldığıyla alakalı ise amcasının cevabı net oluyor; “artık
dondurucudaki o değil,öldü. dondurucuda sadece vücudu duruyor”
Bu faciadan sonraki süreçte biri yoluna devam ederken, biri hayatına ölü şekilde devam ediyor. Kennet Lonergan da burada bir nevi “kadın acı çekse de bir şekilde hayatına devam eder “ mesajı veriyor. Ama bunu ne kadar sınırlandırmak gerekir o da yönetmenin dünyasına kalmış. Detay mı / ayrıntı mı derseniz bilmem, film boyunca sembolik olarak gördüğümüz,Lee Chandler’in elinde sürekli bir bira şişesi oluyor, bu bir metafordan ziyade içindeki depresifliği alkole verdiğini anlatıyor bize. Sessiz ve donuk bir adam kısa cümleler kuruyor, elinde bira şişesi ve geçmişinden kurtulamıyor.
Geçmişin izlerini alkolle atlatmaya
çalışıyor ama geçmişinden önce de alkol ile olan bağlarını filmde sıklıkla
görüyoruz.Filmin dramatik ana bölümlerden biri herkesin bir arada bulunduğu
kilise sahnesi oluyor. Yüzlerin yas halinde olduğu,müziğin atmosfere
yedirildiği anlara tanıklık ediyoruz. Patrick ve Lee arasındaki ilişkide
Patrick’in üstten bakıcı ve amcasını küçümser tavırlarıyla birlikte “sen
kapıcısın” söylemi de bir nevi üst sınıf/alt sınıf durumuna perde açıyor.
Patrick’in amcasına üst pencereden baktığı yerden dondurucudan düşen tavuktan irkilen hale
gelmesi kendisinin bu ölüm karşısında büyüdüğüne işaret olarak görüyoruz.
Dondurucu dolap burada morg’u temsil eder, böylesine ölümü
görmeyenler içinse ağır ve taşınabilmesi güç şeyler anlamı taşır. Patrick de
yaşı gereği ve bunu kaldırabilecek güç de bir çocuk olmadığını gösterir bize.
Patrick ile Lee arasında çatışma da
filmin merkezinde önemli noktada duruyor, aslında Lee’nin amacı ebeveynlik
yapmak değil daha çok Patrick’in bir arkadaş gibi yardımcı olmak. Bu da Patrick
istediği kadar mümkün olacağını film altı kapalı şekilde söylüyor bize.
Mevsimlerin geçiş yaptığı, muhteşem manzaralara eşlik ettiğimiz müziğin de
atmosfere uyumuyla o soğuk atmosferi derinden yakalamamızı sağlıyor “Manchester
by the Sea”
Lee Chandler’in filmin başından itibaren kadınlarla ilgili
soğuk mesafeli oluşu, Patrick’le olduğu zamanda da kendini belli ediyor.
Mecburen de olsa Patrick’in kız arkadaşı için başka bir kadınla zor da olsa
oturmayı kabul ediyor. Buradan çıkarılacak sonuç ise; kadın tarafından Lee’nin
sıkıcı,konuşkan olmadığı yönünde oluyor. Filmin başından itibaren o
soğukkanlılık hali donuk bir ruh halinin sembolik hali hafızamızda yer
ediniyor. Kendi içine kapanık,sessiz,sakin,donuk, hiçliğin portresini çiziyor
bize Lee Chandler.
Filmde herkes payına düşeni alıyor, çünkü herkes kendi hikayesinin acısını yaşıyor. Patrick kaybettiği babasının acısını tekneyle doldurmaya çalışırken, Lee geçmişiyle hesaplamanın peşinde olup sessiz ve donuk bir adam olarak geçmişten kaçmaya çalışıyor, Patrick’in annesi ve Randi bu hikayede kendine yeni bir hayat kuran kadınlar olarak gözüküyorlar. Kadınlar bu hikayede erkek dünyasına uzak, çünkü bu hikayede en belirgin kahraman Lee Chandler oluyor.
Güçlü olunamayacağının
sinyalini öyle güçlü veriyor ki; sessiz,donuk,ölü kelimeleriyle yüzleştiriyor
izleyeni de ve “ölü adam” rolünün de hakkını acı ve sessiz şekilde
veriyor. Geçmişin izini hafızasında
silemiyor, kelimeler donmuş şekilde önünde duruyor ve Randi ile yıllar sonra
karşılaştıkları filmin en dramatik sahnesini içeren bölümde “en ufak duygu yok,
hiçbir şey yok. Hiçbir şey yok” cümlesiyle tüm yaşantısını özetliyor.
Oyunculuklara geçecek olursak… Filmin çoğu
yerinde gördüğümüz Lee Chandler karakterine can
veren Casey Affleck ölü ve bitkisel bir
adamın nasıl canlandırdığını harfiyen yerine getiriyor. Böyle karakterlere can
vermek zor bir iştir, özellikle bu kadar iyi bir performans sergilemekse tabiri
caizse her yiğidin harcı değildir. Özellikle de hem fiziksel hem ruhsal
tek bir karaktere odaklanan filmlerde de bu işin ağırlığını taşımak ise o
etkiyi ortaya koyabilmek oldukça güç iştir. İşte tam bu noktada tek bir
karakterin filmde nasıl sarsıcı duygular yaratacağını Casey Affleck fazlasıyla gösteriyor.Bunun
yanında çok sıklıkla görmesek de Randi karakterine can
veren Michelle Williams da kendisine iyi bir partner
oluyor.
Lee Chandler ile her sahnede hemen hemen gördüğümüz Patrick’e hayat veren Lucas Hedges, Lee Chandler karakterinin altında ezilmiyor. Patrick’in çocukluğunu oynayan Ben O’Brien da başarılı bir profil çiziyor ama hepsini topladık mı Lee Chandler karakterini canlandıran Casey Affleck kadar etkileyici olamıyor.Çünkü hikayenin asıl dramatik yönü Lee Chandler karakterinde toplanıyor. Lee Chandler karakterine böylesine etkili oynamış olması kişisel görüş belirtmek gerekirse oynadığı karakterin dünyasıyla kendi iç dünyasını karşılaştırmak gibi geliyor.
Hikayenin bütünlüğünün kendisinde toplandığını
düşünsek de böyle bir donuk adamı canlandırmak da kolay bir iş
değil. Kenneth Lonergan’ın güçlü hikayesindeki o ağır anlatımın
derinliğine de odaklanmaktan geri kalmadan, “Lee Chandler“ karakterini
canlandıran Casey Affleck de senaryoyu yazan Kennet
Lonergan hakkında da “Kenny’nin yazdıklarının o kadar
iyi olduğunu biliyorum ki filmde keşfedilecek çok şey var. İlk bakışta açıkça
görebileceğiniz bir şey değil.” diyerek filmi seyirciye de mesajı veriyor.
Herkes filmden oldukça etkileyici sahne çıkarabilir ya da
çıkarmayabilir; benim çıkaracağım sahne yemek pişirirken uyuyakalan Lee
Chandler’in geçmişiyle hesaplaştığı, barda kendisini tanımayanlara karşı "beni
tanıyor musunuz,o zaman ne diye bakıyorsunuz " serzenişleri
ve bununla birlikte birinci bölümdeki travma yaşadığı esnalarda olduğu karakol
sahnesi filmin en kırık ve kırılgan, bir o kadar Lee Chandler’in üstündeki
suçluluk duygusunu atamadığı sahne olarak kayıtlara geçebilir.
Kenneth Lonergan “You Can Count on Me” filminde çalıştığı ve müziklerini emanet ettiği Lesley Barber bu filmde de Lonergan’ın gözdesi oluyor. Senaryoyu okuduktan sonra müziğin temasını geliştiriyor ve daha sonraları 1700’lerden kalma New England kilise müziğinden ilham aldığını söylüyor. Boston’un sert kışını gördüğümüz bölümlerde özellikle müziğin muhteşemliği hikayeye ayrı bir uyum sağlıyor. Bu konuda Handel,Bach,Albinoni ezgileriyle kusursuz bir iş çıkarıyor. Boston’un sert kışı, denizin maviliği, kış mevsimi ve birçok sahnede sinematografisiyle Jody Lee Lipes kusursuz bir iş çıkartıyor.Gösteriş ve abartıdan uzak, sade ve sahici planlamalarla yaratıyor bu durumu. Belki de bu filmin tek eksi ve sevilmeyecek yönü süresinin uzun olması olabilir; ki filmin hikayesindeki işleniş tarzındaki durağanlık da filmin eleştiri konularından biri,ama filme odaklanıp ve hikayenin içine kendinizi dahil ederseniz bunlar bile küçük detay olarak gözükebilir.
Sonuç olarak; Kenneth Lonergan’ın üç senede senaryosunu tamamladığı -hem yazıp, hem yönettiği “ Manchester by the Sea “ hikayesi derin, bir o kadar “tuhaf ve karmaşık “ bir yapım. Filmin uzunluğundan sıkılacaklar için söyleyebileceğim tek şey ise; Lee Chandler’in hayatına odaklanın ve geçmişinden kurtulamayan geçmişte yaşayan biri nasıl canlandırılır dikkatle izleyin!
Durağan anlatımlara uzaksanız; filmden de uzak
kalabilirsiniz,çünkü bu tam da soğuk atmosfer ikliminde soğuk anlatı ile
gösteriyor bunu, ama hikayeye odaklandığınızda gerisi kendiliğinden
gelecektir. Ama yine de böylesine derinlik, acı dolu bir hikayenin bazı
sahnelerinde daha doğal ve daha etkili
bir şekilde anlatılabilse ortaya bir “başyapıt” çıkabilirmiş.
Saflığın, gerçekliğin,sahiciliğin, donukluğun soğuk
atmosferinde sadece filmin merkezindeki anlatı bile çoğu şeyi anlatabilir.
Ama hayatta bazı hataların tekrarı bir kez daha olmaz. Her
şey affedilmez, her şey unutulmaz, her şey de düzelmeyebilir.
İnsansa kendini yiyip bitirerek kendi intiharını ilan
etmiştir.
Cem Kurtuluş,2016
0 yorum:
Yorum Gönder