// body elementide aşağıdaki şekilde düzenlenmelidir. ...
// etiketinden önce aşağıdaki kodu ekleyebilirsiniz. // body elementide aşağıdaki şekilde düzenlenmelidir. ...

Etiketler

Tarih

Kategoriler

06 Mart 2020

Geçmişin İzleri: Manchester by the Sea (2016)











“Korkunç bir hata yaptın, dün gece hata yapan milyonlarca başka insan gibi”

İnsan, ancak birinin acısını anladığında bir şeyleri tam olarak idrak edebilir. Acı da insanın insanda gördüğü  en ortak noktadır.

 “Manchester by the Sea “(Yaşamın Kıyısında ) teması acıya dayanan  geçmişinde yaşadıklarından kaçan bir adamın hayatına odaklanıyor. Film, kapılarını bize bir tekne sahnesinde “Mesele dünyayı anlayabilmek “ sözüyle giriş yapıyor. Burada parlak bir dünya gösteriyor film bize; görkemli manzara ve o’nun ihtişamı ve hayatı seven birkaç insan.  Denizin ortasında eski bir teknedeyiz, ve Lee ile yeğenini bu teknede görüyoruz. Lee Chandler burada espri yapan ve konuşkan biri gibi gözümüze çarpıyor. 

Yönetmen asıl hikayeyi ilk başlarda göstermeyerek iyi bir iş yaptığını başlarda söylemek yerinde olur. Filme geçecek olursak; Manchester by the Sea’de baş kahramanımız Lee Chandler,  musluk tamiratı  ve kapıcılık yapan bir karakter profiliyle karşımıza çıkıyor,ama bu karakterin içini derinlemesine incelediğinizde bambaşka detayları film ileriki süreçte gösteriyor.

Filmin ilk 10 dakikasında sessiz ve yalnız bir adam olan Lee Chandler’in kadınlarla olan sorunlarıyla tanışıyoruz. Aslında bu tam da bir sorun sayılmaz, çünkü olması gerektiği gibi davranıyor Lee Chandler. Musluk tamirinde kendisiyle seks fantezisi kuran kadın da var bunun içinde, ağzı bozuk şekilde karşısına çıkan kadın da var. Bu şeyler karşısında Lee Chandler’in yapacağı tek şey; kendisine nasıl davranılıyorsa kendisinin de o şekil davranması  oluyor.  

Patronu Lee’yi “kabasın,soğuksun,günaydın bile demiyorsun” sözleriyle anlatıyor ve işini iyi yapmasına karşın kendilerine davranış şekline göre yol alması da Lee Chandler’in karakterini ortaya koyuyor.  Tıkanmış bir klozet, akan bir çatı, ya da delik bir boru, veyahut çöplerin toplanıyor olması ve her işe tabiri caizse tek kişinin omzuna sırtlanmasında Lee Chandler üzerinden kapitalizm okuması yapmak da doğru olur.Tıkanmalar,bozulmalar,akıntılar,çer ve çöplerin hepsi tek başına Lee Chandler üzerinde toplanıyor ve bunun karşılığı ise ucuz bir meblağ karşılığında başka bir şey olmuyor,tam da kapitalizm de olduğu gibi..

Lee’nin filmin başından itibaren ölü bir adam profili çizmesi,  geçmişte olan hesaplaşmalarından kaynaklı. Bunu filmin başında hemen görmüyoruz, ama bakışları,donukluğu bunu ele veriyor. Zaten filmin direkt bize sızılarını hissettirdiği nokta da tam burası oluyor. Film bize bunu ilk başta  göstermeyerek merak duygusu oluşturuyor, bu da kaçınılmaz olarak gerilimi arttırıyor. Basitlik,saflık,sadelik adına kavramları hissetmemiz en doğal şey oluyor. Lee’nin ortada hiçbir şey yokken kendisine bakmasıyla karşı masasındaki kişilere “beni tanıyor musunuz”  diye sorusuyla başlayan sorular tufanında “zannetmiyorum” sorusuna karşılık” ne bok yemeye bakıyorsunuz o zaman” cevabıyla  devam eden  süreçte sorunlu bir adam profili yaratıyor izleyene, ama “bu adam neden böyle “ sorusunu sormuyor kimse. 

Barda yalnız başına içinde taşıdığı hüzün ve melankoli fırtınasını daha öncesinde bakışınla anlamış oluyoruz. Hiçbir şey yapmadığı halde; kadının birayı Lee’nin üzerine dökmüş olmasıyla basit bir tanışma süreci de bunlardan nasibini alıyor,ama Lee’nin tanışmak gibi gayesi yok,çünkü Lee’nin kendi içinde yaşadığı dünya kendisine yetiyor.

Filmin ilk 10 dakikasından sonrasında Lee Chandler’in telefonda  abisinin ölümü haberini alması  üzerine Lee Chandler Manchester’da bir sahil kasabasına gidiyor. Ölüm haberi için gittiği hastanede Lee’nin her şeye karşı soğukkanlı ifadesi de kendisinin ruh halini tanımamız için yeterli oluyor. Lee’yi bu sahil kasabasında bir çok şey bekliyor. Gömülme süreci, yeğenine bakma sorunları Lee Chandler’i bekleyen başlıca sorunları oluyor. Çünkü Lee Chandler bunların hiçbirine hazır biri değil. Lee Chandler geçmişte kalan hesaplaşmalarıyla kendini suçluyor, halen o hesaplaşmanın içinde kendine yer bulamıyor ve bitkisel bir hayat sürüyor. 

Tam bunlar sürerken film kafasını Lee ve Randi’nin hikayesine çeviriyor. Filmi bu bölümde; üç hikayeye bölmek mümkün. Lee Chandler’in ölüm haberi almadan önceki hali, ölüm haberi sonrası hali ve Randi ile yaşadığı evlilik. Film bunu başlarda geçiş olarak atlamalı kurgu olarak veriyor. Her ne kadar bu hikayeyi gösterse de seyirciye; bir yanda kamera Lee ve Patrick  üzerinden başka hikayeyi anlatıyor, bir yandan da Lee Chandler’in kırık dökük hikayesine odaklanıyor. Ama bu kırık dökük hikayeyi fazla yaymıyor.  

Lonergan kısaca  zaman zaman geriye  dönüşlerle anlatıyor hikayesini, bu arada karmaşık gibi görünse de hikayenin kahramanlarını tanımak açısından seyirciye kolaylık sağlıyor. Lee, trajik hikayede kendi kabuğuna çekilmekle boğuşurken, yeğeni Patrick biraz daha arkadaşlarıyla şakalaşıp,sohbet ederken daha Lee gibi gerçek acıyı hissedemiyor. Patrick ile Lee arasında tuhaf bir akraba ilişkisi var. Kendine geri çekilen Lee’nin elinde devamlı bir bira şişesi ve alkole olan eğilimi görüyoruz. Tam olarak hikayesinin tamamını bilmeden alkol ile Lee arasında sahici bir gerçeklik var, bu da kendi yalnız, ve içsel dünyasıyla  alakalı. Lonergan’ın zaman zaman geriye dönerek anlattığı hikayede Lee Chandler’in kafayı kırmasına sebep olan hikayesine döneriz.

Hikayeyi daha da açmak gerekirse; evli ve çocuklu Lee bodrum katında arkadaşlarıyla partiler düzenleyen bir hayata sahip; hayatı o aralar mutsuzluk üzerine kurulmamış. Hikaye de geri dönüşleriyle bize bunu anlatmaya çalışıyor.  Randi’yse hasta yatağında yatıyor.Randi’yi çocuklarına sevgi göstermeyen ebeveyn olarak görüyoruz daha çok, ama Lee daha çok çocuklarını seven baba konumunda. Lee, Randi’nin hastalığını düşünerek yaktığı şömine daha sonrası bir faciaya dönüşüyor. Evinde verdiği parti sonrasında içkili,uyuşturuculu,kafası dumanlı şekilde olan hikaye trajedinin de başladığı yer oluyor. 

Aynı zamanda abisini kaybettiği zamanlarda avukat ile Lee  Patrick’in vasisi olmaması için pazarlık masasında oturuyor. Burada Lonergan dönüşümlü şekilde Lee’nin abisinin ölümü sonrası yaşadığı hüzün ile evinde partileyen Lee’nin yaşantısını gösteriyor bize. Burada psikolojik bir derinlik şeklinde sunuluyor bize bu. Avukatla beraber oldukça Lee Chandler, her defasında geçmişine doğru döndürüyor bizi yönetmen.

Geçmişe dönük izlediğimiz hikayede içki almaya gittiği esnada Lee’nin evi yanar hale gelmesiyle film en acı verici hikayeye seyirciyi ortak eder. Bunu Lonergan, abisinin ölümünden sonra bunları düşünürken geçmişi üstünden atamayan Lee Chandler’in hikayesi üzerinden yapar. Çocukları için haykıran bir annenin feryadını duyarız bu bölümlerde, ve daha sonrasında oluşacak suçluluk hali de insanın asla atlatamayacağı kırıklık olarak kalacak. Sessizliğini içine gömen bir insan olarak uzaktan yaptığı faciaya bakar Lee Chandler, kendi hatasının bedelini de yıllar boyunca aklından atamayıp kendi ölümünü ilan eder bir bakıma. Yanan evle birlikte Lee Chandler’in yüzündeki ifadeyle birlikte atmosfere uyumlu müzikler de hüznü arttıracak kuvvete olarak kırılgan bir yapı inşa ediyor. Yangının nasıl çıktığı hikayesini Lee Chandler karakoldaki sahnesinde daha detaylı sessiz,hüzünlü,sade bir anlatıyla dinlemiş oluyoruz. 

Bütün suçu kendinde bulan suçluluk dünyasını kendinde bulan ve polisin silahını alıp kafasına dayama sahnesi de filmin en sert,en acı ve en gerçek  sahnelerinden birini oluşturuyor. Patrick ve Lee arasındaki diyaloglarda; arkadaşlarıyla eğlenen Patrick’in artık yavaş yavaş ergenlikten çıkıp biraz daha gerçekleri görmesiyle tanışıyoruz. Dondurucuda babasının kaldığıyla alakalı ise amcasının cevabı net oluyor; “artık dondurucudaki o değil,öldü. dondurucuda sadece vücudu duruyor”

Bu faciadan sonraki süreçte biri yoluna devam ederken, biri hayatına ölü şekilde devam ediyor.  Kennet Lonergan da burada bir nevi “kadın acı çekse de bir şekilde hayatına devam eder “ mesajı veriyor.  Ama bunu ne kadar sınırlandırmak gerekir o da yönetmenin dünyasına kalmış.  Detay mı / ayrıntı mı derseniz bilmem, film boyunca sembolik olarak gördüğümüz,Lee Chandler’in elinde sürekli bir bira şişesi oluyor, bu bir metafordan ziyade içindeki depresifliği alkole verdiğini anlatıyor bize.  Sessiz ve donuk bir adam kısa cümleler kuruyor, elinde bira şişesi ve geçmişinden kurtulamıyor.

 Geçmişin izlerini alkolle atlatmaya çalışıyor ama geçmişinden önce de alkol ile olan bağlarını filmde sıklıkla görüyoruz.Filmin dramatik ana bölümlerden biri herkesin bir arada bulunduğu kilise sahnesi oluyor. Yüzlerin yas halinde olduğu,müziğin atmosfere yedirildiği anlara tanıklık ediyoruz. Patrick ve Lee arasındaki ilişkide Patrick’in üstten bakıcı ve amcasını küçümser tavırlarıyla birlikte “sen kapıcısın” söylemi de bir nevi üst sınıf/alt sınıf durumuna perde açıyor. Patrick’in amcasına üst pencereden baktığı yerden  dondurucudan düşen tavuktan irkilen hale gelmesi kendisinin bu ölüm karşısında büyüdüğüne işaret olarak görüyoruz.

Dondurucu dolap burada morg’u temsil eder, böylesine ölümü görmeyenler içinse ağır ve taşınabilmesi güç şeyler anlamı taşır. Patrick de yaşı gereği ve bunu kaldırabilecek güç de bir çocuk olmadığını gösterir bize. Patrick ile Lee arasında çatışma da  filmin merkezinde önemli noktada duruyor, aslında Lee’nin amacı ebeveynlik yapmak değil daha çok Patrick’in bir arkadaş gibi yardımcı olmak. Bu da Patrick istediği kadar mümkün olacağını film altı kapalı şekilde söylüyor bize. Mevsimlerin geçiş yaptığı, muhteşem manzaralara eşlik ettiğimiz müziğin de atmosfere uyumuyla o soğuk atmosferi derinden yakalamamızı sağlıyor “Manchester by the Sea”

Lee Chandler’in filmin başından itibaren kadınlarla ilgili soğuk mesafeli oluşu, Patrick’le olduğu zamanda da kendini belli ediyor. Mecburen de olsa Patrick’in kız arkadaşı için başka bir kadınla zor da olsa oturmayı kabul ediyor. Buradan çıkarılacak sonuç ise; kadın tarafından Lee’nin sıkıcı,konuşkan olmadığı yönünde oluyor. Filmin başından itibaren o soğukkanlılık hali donuk bir ruh halinin sembolik hali hafızamızda yer ediniyor. Kendi içine kapanık,sessiz,sakin,donuk, hiçliğin portresini çiziyor bize Lee Chandler.

Filmde herkes payına düşeni alıyor, çünkü herkes kendi hikayesinin acısını yaşıyor. Patrick kaybettiği babasının acısını tekneyle doldurmaya çalışırken, Lee  geçmişiyle hesaplamanın peşinde olup sessiz ve donuk bir adam olarak geçmişten kaçmaya çalışıyor, Patrick’in annesi  ve Randi bu hikayede  kendine yeni bir hayat kuran kadınlar olarak gözüküyorlar. Kadınlar bu hikayede erkek dünyasına uzak, çünkü bu hikayede    en belirgin kahraman Lee Chandler oluyor. 

Güçlü olunamayacağının sinyalini öyle güçlü veriyor ki; sessiz,donuk,ölü kelimeleriyle yüzleştiriyor izleyeni de ve  “ölü adam” rolünün de hakkını acı ve sessiz şekilde  veriyor. Geçmişin izini hafızasında silemiyor, kelimeler donmuş şekilde önünde duruyor ve Randi ile yıllar sonra karşılaştıkları filmin en dramatik sahnesini içeren bölümde “en ufak duygu yok, hiçbir şey yok. Hiçbir şey yok” cümlesiyle tüm yaşantısını özetliyor.

Oyunculuklara geçecek olursak…  Filmin çoğu yerinde gördüğümüz Lee Chandler  karakterine can veren Casey  Affleck ölü ve bitkisel  bir adamın nasıl canlandırdığını harfiyen yerine getiriyor. Böyle karakterlere can vermek zor bir iştir, özellikle bu kadar iyi bir performans sergilemekse tabiri caizse  her yiğidin harcı değildir. Özellikle de hem fiziksel hem ruhsal tek bir karaktere odaklanan filmlerde de bu işin ağırlığını taşımak ise o etkiyi ortaya koyabilmek oldukça güç iştir. İşte tam bu noktada tek bir karakterin filmde nasıl sarsıcı duygular yaratacağını  Casey Affleck fazlasıyla gösteriyor.Bunun yanında çok sıklıkla görmesek de  Randi karakterine can veren Michelle Williams da kendisine iyi bir partner oluyor.   

Lee Chandler ile her sahnede hemen hemen gördüğümüz Patrick’e hayat veren  Lucas Hedges, Lee Chandler karakterinin altında ezilmiyor. Patrick’in çocukluğunu oynayan  Ben O’Brien da başarılı bir profil çiziyor ama hepsini topladık mı Lee Chandler karakterini canlandıran Casey Affleck kadar etkileyici olamıyor.Çünkü hikayenin asıl dramatik yönü Lee Chandler karakterinde toplanıyor. Lee Chandler karakterine   böylesine etkili oynamış olması kişisel  görüş belirtmek gerekirse oynadığı karakterin dünyasıyla kendi iç dünyasını karşılaştırmak gibi geliyor. 

Hikayenin bütünlüğünün kendisinde toplandığını düşünsek de böyle bir donuk adamı canlandırmak da kolay bir iş değil. Kenneth Lonergan’ın güçlü hikayesindeki o ağır anlatımın derinliğine de odaklanmaktan geri kalmadan, “Lee Chandler“ karakterini canlandıran Casey Affleck de senaryoyu yazan Kennet Lonergan hakkında da  “Kenny’nin yazdıklarının o kadar iyi olduğunu biliyorum ki filmde keşfedilecek çok şey var. İlk bakışta açıkça görebileceğiniz bir şey değil.”  diyerek filmi seyirciye  de mesajı veriyor.

Herkes filmden oldukça etkileyici sahne çıkarabilir ya da çıkarmayabilir; benim çıkaracağım sahne yemek pişirirken uyuyakalan Lee Chandler’in geçmişiyle hesaplaştığı, barda kendisini tanımayanlara karşı "beni tanıyor musunuz,o zaman ne diye bakıyorsunuz " serzenişleri  ve bununla birlikte birinci bölümdeki travma yaşadığı esnalarda olduğu karakol sahnesi filmin en kırık ve kırılgan, bir o kadar Lee Chandler’in üstündeki suçluluk duygusunu atamadığı sahne olarak kayıtlara geçebilir.

Kenneth Lonergan  “You Can Count on Me” filminde çalıştığı ve müziklerini emanet  ettiği Lesley Barber bu filmde de Lonergan’ın gözdesi oluyor. Senaryoyu okuduktan sonra müziğin temasını geliştiriyor ve daha sonraları 1700’lerden kalma  New England kilise müziğinden ilham aldığını söylüyor. Boston’un sert kışını gördüğümüz bölümlerde özellikle müziğin muhteşemliği hikayeye ayrı bir uyum sağlıyor. Bu konuda  Handel,Bach,Albinoni ezgileriyle kusursuz bir iş çıkarıyor. Boston’un sert kışı, denizin maviliği, kış mevsimi ve birçok sahnede  sinematografisiyle  Jody Lee Lipes kusursuz bir iş çıkartıyor.Gösteriş ve abartıdan uzak, sade ve sahici planlamalarla yaratıyor bu durumu. Belki de bu filmin tek eksi  ve sevilmeyecek yönü süresinin uzun olması  olabilir; ki filmin hikayesindeki işleniş tarzındaki durağanlık da filmin eleştiri konularından biri,ama filme odaklanıp ve   hikayenin içine kendinizi dahil ederseniz bunlar  bile küçük detay olarak gözükebilir.

Sonuç olarak;  Kenneth Lonergan’ın  üç senede senaryosunu tamamladığı  -hem yazıp, hem yönettiği “ Manchester by the Sea “ hikayesi derin, bir o kadar “tuhaf ve karmaşık “ bir yapım. Filmin uzunluğundan sıkılacaklar için söyleyebileceğim tek şey ise; Lee Chandler’in hayatına odaklanın ve  geçmişinden kurtulamayan geçmişte yaşayan biri  nasıl canlandırılır dikkatle izleyin!   

Durağan anlatımlara uzaksanız; filmden de  uzak  kalabilirsiniz,çünkü bu tam da soğuk atmosfer ikliminde soğuk anlatı ile gösteriyor bunu, ama hikayeye odaklandığınızda gerisi kendiliğinden gelecektir. Ama yine de böylesine derinlik, acı dolu bir hikayenin bazı sahnelerinde daha doğal  ve daha etkili bir şekilde anlatılabilse ortaya bir “başyapıt” çıkabilirmiş.

Saflığın, gerçekliğin,sahiciliğin, donukluğun soğuk atmosferinde sadece filmin merkezindeki anlatı bile çoğu şeyi anlatabilir.

Ama hayatta bazı hataların tekrarı bir kez daha olmaz. Her şey affedilmez, her şey unutulmaz, her şey de düzelmeyebilir.

İnsansa kendini yiyip bitirerek kendi intiharını ilan etmiştir.

Cem Kurtuluş,2016

0 yorum: