Bir Pazar sabahı. Herkesin derin uykuda olduğu/ keyifle kahvaltısını yaptığı bir pazar günü bizim için hüzünlü zamanların üstüne ancak bir deplasman ekleyebilirdik, belki de kötü olan zamanlardan bir nebze de olsa böyle uzaklaşabilirdik. Son zamanlar yapılan Eskişehir ve Bursa deplasmanlarının üstüne de şansımıza çok uzak olmasa da yine Bursa civarlarına yol göründü. Para ve puldan dertli bir deplasmanın olacağı hepimizin nazarında belliydi, ama kimse de bunu dert edecek pozisyonda değildi. “Deplasman otobüsüne bindin mi bir şekilde halledilir “ sözünü bu maçta da bir şekil halletmiş olduk.
Nevaleler alındı, yola çıkmak için hazırlıklar yapıldı, arabesk besteler harekete geçti şoför de önceki deplasmanlarda gittiğimiz makara biri olunca yolun daha çekilir hale geleceği kanıtlandı. "Geç mi kalacağız erken mi gideceğiz" derken aldığımız alkolle, havasız duman sahasıyla, makaralarla, tezahüratlarla yolumuza devam ediyoruz. Feribota yaklaştığımızda makaralar yine kaldığı yerden devam ediyordu, aslında burada bulunan herkesin özelliği çok mutlu olması değil, deplasmana çıktığında o mutluluğun tarifi olmaması gerçeğiydi.
Vapurun havası, tezahüratlar, sarhoş olanlar, derken yolumuza devam ediyoruz. Yolda kısa bir çevirmeyle karşılaşıyoruz ama bu çok önemli olmuyor, sadece tedbir amaçlı diye düşünür derken “emanet “ konusu düşüyor dillere. Bunu da kısa sürede atlatıyoruz. Daha sonralarında acıkan mideler bir süre yerini sıcak bir çorbaya bırakıyor, kaldığımız yerden yol faslındayız tezahüratıyla, havası ve havasızlığıyla. Bir şekilde sonra şehire ulaşmış oluyoruz, herkes içeri girmiş oluyor bu süreçte biz hariç.
Pankart kontrolleri derken amirin “Bu, tribün lideriniz biliyorum” demesi hiç sorun çıkartmıyor, ama çoğu deplasmanda gördüğümüz sıkı arama kontrolünden doğan “ayakkabıları çıkart bozuk para var mı bakalım “ demesiyle birlikte bıkkınlık geliyor hepimize. Tribüne girer girmez yerimizi bir şekilde alıyoruz, pankartlar asılıyor.
İstanbul’dan gelen tek otobüs olduğumuz gibi gelen 30 kişi tribünün hakkını vermeye çalışıyor. Tribünlerde bir “ Abi “ görevi üstlenen, verdiği emeği tartışmayacağımız kişi olan Dadaş Mehmet’i de unutmuyoruz, tribünün içinden kendisine selam ediyoruz. Tribünde genel bir kitle tribüncü kesimden değil de münferit bir kesimden oluşuyor, bunun da eksilerini daha sonraları anlıyoruz. Bandırma tribün yeri tribün olarak küçük bir yer olmasına rağmen yine de maçın gidişatı dahilinde yerinde tezahüratlar olmasına dikkat ediyoruz. Arada da birkaç münakaşa/ tartışma ortamı oluyor, hiçbir şey yokken güvenlik ve polisin sanki düşmanmış davranmasına aslında şaşırmıyoruz.
Pankart konusunda bile sanki biz Banvit’lilere saldırcakmışız gibi davranış tutumu içinde olmaları da bunu kanıtlar derecede oluyor. Tribün içinde el işareti yapan arkadaşın da ufak tartışma neticesinde dışarıda bize yönelik “Bunlar Fenerbahçe’li değil, terörist “ söylemi karşısında kendisi de bir şekil hakkını alıyor. Tribün jargonuyla kendisi ancak polis arkasından eser gürlemek zorunda kalır bundan sonra, ama karşılaştığında da hakkını verecek birileri çıkar. Bununla birlikte dönüş yoluna geçiyoruz. Dönüş yolunda çoğumuzun sesi kısık, karanlık çöktüğünde girilen bestelerin hastası olduğumuzu buradan tekrardan yineliyoruz.
Karanlık yolda bize Gülden Karaböcek'den "Ben Olmalıydım" şarkısı eşlik ediyor bazen, bazen de o karanlık gecelerde söylediğimiz bestelerle kendimizden geçiyoruz. Gece, şehre indiğimizde kısılan seslerimizle iyisiyle ve kötüsüyle dumanlı ve hüzünlerimizin üstüne bir deplasman daha eklemenin gururu içinde oluyoruz. Söyleneceği gibi; gidilecek bir yolun kalmamışsa kendini deplasman otobüsüne bırakman en iyisi…
Cem Kurtuluş, Ocak 2018
0 yorum:
Yorum Gönder