Filmleri
film yapan en büyük unsur; gerçeklerden iz süren hikayeler taşıması bunu güçlü
bir senaryoyla birleştirmeleridir. Senaryolar; iyi oyuncularla etkili bir film
ortaya çıkarırlar. Burada mevzubahis ne senaryonun iyi olması,ne de
oyuncuların. Gerçeklikten kasıt ise;gerçek gibi hissederek etkileyici şekilde
kurgulanması ve asıl mesele seyircide iz bırakan ve dokunaklı şekilde filme
yansımasıdır. “Başlangıçta ismi “Yedi
Numaralı Hücredeki Mucize” olan film, sonradan 24 Haziran’da alınan bir kararla
“7. Koğuştaki Mucize” olarak ismi konuyor.”
Sadece bu değil, film aynı
zamanda bir Güney Kore filminden
sinemamıza uyarlanıyor. “7. Koğuştaki
Mucize” sıkı yönetim yıllarında Ege
kasabasında olan bir hikayeyi konu alıyor.
Film;
Amerika’nın Irak bölgesini işgal edilen dönemde İngiltere hükümetinin
Amerika’ya destek vermesi sesleriyle açılıyor ve daha sonrasında idam cezasının
kaldırıldığını televizyon ekranında göstermesiyle başlıyor. Seyirciye bu
ayrıntıları gösterdikten sonra asıl hikaye olan Ege kasabasına ışınlıyor
seyirciyi.
Bu
hikayede baş kahramanımız “Memo” zihinsel engeli olan, aynı zamanda aklını
kaybetmiş biri olarak değil karşımızda; daha çok hayvanlarla içli-dışlı, içi
iyilik,insanlığa dair umudunu kaybetmemiş, çoğu yerde gülümseyen, derdini
anlatamayan ,şeffaf bir karakter ile karşımıza çıkıyor. Kızının okulda başarı
belgesi almasıyla; filmin başlarından itibaren okul öğrencileri babasıyla alay
ettiği sahne ile film başlardan itibaren seyircide burukluk yaşatacağını
gösteriyor.
Babası
ile aynı akıl yaşına kız olduğunu çok geçmeden öğreniyoruz. Hikayenin ileriki
kısımlarında bir komutanın kızına aldığı çantayı Memo’nun çok istemesine rağmen
kızına almak istemesiyle başlayan süreç ile hikayenin dram yönü kendini belli
etmiş oluyor. Filmin en buruk sahnesini
de kızının, babasının komutandan tokat yemesi sonrası babasına sarıldığı
sahne seyirciye baştan itibaren hüznü yaşatmayı biliyor.
Alay
edilen Memo’nun, bulunduğu bölgede Komutan’ın kızının kendisiyle alay edilmesi sonucu küçük
kızın ölümüyle sonuçlanan hikayede Memo
hüküm yemek zorunda kalıyor. Bu hikayede
ve bölümde Memo karakteri seyirciye iyilik kapılarını sessiz şekilde
açıyor. Yapmadığı suçtan hüküm giyen,derdini anlatamayan, herkesin gözünde “katil
“ sıfatıyla yargılanan bir karakteri izliyoruz karşımızda. Aynı zamanda yapmadığı bir suçtan askerlerce zorbalık
yapılarak itirafı alınan zorla suçunu kabul ettiren sıkı yönetim yasasını
anlatıyor bize film. Askerlerce dövülen,zorla itiraf edilen MEMO’ya karşı kızı
Ova’nın askeri aracın önünde durması da güçlü bir baba-kız sevgisinin dramını
yaşatıyor seyirciye.
Filmin ilk yirmi dakikasında “ bu çocuk dediğin anarşistler memleketi yakıyordu az daha
“ edilen cümle de sıkı yönetim yıllarına dair bir mesaj oluyor. Film,
hikayesini daha sonra Memo’nun suçu olmadığı halde,ezilmek zorunda kaldığı
hapishane günlerine çeviriyor. Bu hayatta Memo; masumiyetini de iyiliğe olan
dünyasını da birilerini öğreteceğini film bize daha izlemeden söylüyor aslında.
Memo;
dört duvarlı hapishaneye girdiğinde askerlerin sıkı yönetim yasalarınca
uygulanan sert müdahalesine daha içeri
girmeden uğruyor,daha sonrasında sorgu-sual söylenmeden herkes kendisine düşman
kesiliyor. Ne sözü dinleniyor,ne cevabı bekleniyor. Hayatta bazı masumların
cevapların beklenmediği gibi, Memo karakterinde de biz bunu görüyoruz. Hikaye “ Memo” karakteri üzerinden ilerlese
de hüküm giymiş suçluların yaşantılarına film ayrı parantez açıyor, özellikle hapishanede mahkumlardan birinin “ bırak dede efendiyi, allah baba bile
burayı ıslah edemez “ sözüyle noktayı koyuyor.
Bu
konular bir yana; filmde sıkı yönetimin her şeyi olan askere ayrı parantez
açılıyor; hapishane müdürü her ne kadar yetkili olan tek kişi olsa da sözün
dinlendiği tek merci sıkıyönetimce oraları idare edenler, dönemsel yönden de
bunun altı çiziliyor. Hapishane ortamı bazen suçsuzlara bile daha kendisini
tanımadan en ağır cezayı verir. Memo’nun düştüğü hapishanede bir Türkiye
Mozaiği çiziliyor. Karadenizlisi,Egelisi, ve türlü türlü karakterlere yer var.
Memo’nun suçunu öğrenen Askorozlu
ile başlayan koğuştan herkesin Memo’ya sorgusuz/sualsiz saldırmaları da bir
acımasızlık örneği oluyor.
Askerin
koğuşları bastığı esnada mahkumlara da “Yarbay” rütbesini de yüzbaşı “Allah” olarak tanıtarak da her şeyden
çok biz varız mesajı veriyor. Bu da eski 1980 dönemlerinde zorbalık yapan
askerleri hatırlatıyor.
Suç
işlemeyen zihinsel engeli olan,derdini anlatamayan iyilik dolu dünyasıyla Memo
ve dört duvar arkasında babasına seslenen Ova adında küçük kızın destansı
sevgilerine tanıklık ediyoruz. Film genelinde de “ Ova “ karakteri en az “
Memo “ karakteri kadar etkili oluyor. Sıkıyönetim bunda da etkili oluyor,
hapishane müdürünün askerlere “ yazıklar
olsun” serzenişi de döneme mesaj yolluyor. Filmde küçük kız “Ova” üzerinden
ölen insanlara “melek oldu “ denmesi ayrı ince nokta, her ne kadar “
cennet-cehennem “ kavramı üzerinden ilerlese de bu, çoğu yerde bunun vurgusuna
tanıklık ediyoruz.
Filmde sadece tanıklık ettiğimiz bu olmuyor;
içeri düştüğünde askerler tarafından “ katil” diye içeri atılan Memo’yu
aşağılayan, deli sıfatıyla hor görenlerin Memo’nun masumiyetine dair bir perde
aralaması ile film izleyene iyilik/kötülük kavramları arasında sorgulama
içerisine girip “ her şeyden bu kadar
emin olmayın” mesajı veriyor.
Sıkı
yönetim dönemine dair hapishane duvarlarında yazılı “ Edeple gelen,saygıyla gider “ yazısı bir ders niteliğinde mi
bilinmez; ama en azından hapishanelerde
ilk gelene böyle davranılmayacağı aşikardır düşüncesini akla getiriyor.Çünkü
Memo gibi edeple gelen bazen saygı ile gitmiyor. Orada da suçu olmadan soru
sorulmadan zorbalığa maruz kalan Memo’nun izinden gidiyoruz.
Filmin ikinci yarısında Memo’nun dünyasının
ardındakiler ve Memo’nun iyiliğine inanan insanlar arasında seyreliyor. İyilik
ve kötülük kavramları buralarda ayrılıyor. İşlememiş suçu çekmesin diye kendini
feda edenler tarafından da film içimizi cız ettiriyor. Hapishanede bir aile
havası yaratılması rakı sahnesi ile birlikte ve muhabbetin artmasıyla açığa çıkıyor. Bir kızı
öldürmek üzere suçlanan Memo’nun aslında altın bir kalbe sahip olduğunu da
Askorozlu ve arkadaşlarının davranışlarının değişmesinden anlamış oluyoruz. Askorozlu’nun öldürülecekken hayatını
kurtararak ve insan öldürmenin “günah” diye haykırıyor Memo.
Ova’nın
babasına getiriliş sahnesi ile başlayan süreç hapishane mahkumlarınca bir sevgi
ortamını gösteriyor yönetmen bize. Suçsuzluk,adaletsizlik,acımasızlık ve bir o
kadar askeri zorbalıkların dayatıldığını suçsuz biri olmasına rağmen şahiti
ortadan kaldırmak Yarbay Aydın’ın delilleri yok etmesiyle anlamış oluyoruz.
Yarbay Aydın bize filmin başından itibaren üstten bakış açısıyla statü fark
etmeksizin aşağılayan insan kesmini hatırlatıyor. Kendisinin karakteri bir
yana, Üst rütbeli bir babanın kızının başka kızlara bakışı da aynı netlikte
oluyor. . Filmdeki kötü karakter hüviyetine bürünenlerin iyiye dönüştüğünü
“Memo” karakteri üzerinden anlamış bulunuyoruz.
Senaryosu
Kubilay Tat’a ait olan filmde;
filmin merkezinde neden asker
yerleştiriliyor ya da askerler üzerinden bir mesaj mı verilmek istenmiş? Bu da
filmin ayrı bir detayı oluyor. Devamlı askerin zorbalık unsurunu göstermesi
senaryoyu itici göstermiş de olabiliyor. Askerler geçmişte bu tür vakalarda bulunmuş,bunun
üstü kapatılmış dönemler olmuştur. Yine de farklı fikirlerle sadece askeri
düzenekler yerine daha etkili formül üzerinden bir senaryo
yaratılabilirdi. Filmde daha çok engeli
olan Memo tuzağa düşürülmüş konumda olurken, askerler de zorbalık yapan bir
statüde oluyor.
Suçu olmayan zihinsel
engelli birinin suçu olmadığı halde askerler tarafından silahın namlusunun
kendisine çevrilmesi de bir o kadar ağır bir sahne olarak yerini alıyor. Film;Muğla ve Beykoz’da çekimleri yapılıyor. Sinematografik açıdan doğayla iç
içe,günbatımı ve renk olarak seçimi ve genel başarısı Torben Forsberg imzasıyla yerini alıyor. Bununla birlikte filmde 80'ler dönemine ait unsurlar da yerini alıyor. Mehmet Ada Öztekin'in 23 Nisan töreni ile başlayan pürpak giyinen ilkoğul öğrencileri, kaymakam,asker,komutan ve protokol ile devam eden mutlu bayram sabahlarını gösteriyor bize.
Bunun
yanında kurgu koltuğunda oturan Ruşen
Dağhan ismi ise dikkatlerden kaçmaması gereken bir isim. Parçaları
birleştirmek konusunda ve müziğin atmosfere uyumu konusunda nitelikli bir iş
çıkarıyor,ki müziklere imzasına atan Hasan Özsüt oluyor. Filmde diğer bir
detay ise filmin bir bölümünde “Gündoğdu
MARŞI” na yer verilmesi,ki olayların ardını örtmesi için “karşıt görüş”
referansından yola çıkıyorlar. Gündoğdu Marşı ile ortada sağ/sol kavgası yokken
buna yer verilmesi absürd olmuş.
Oyunculuklara
geçecek olursak… “Memo “ karakterine hayat veren
“ Aras Bulut Iynemli “ rolü sadece oynamakla kalmayıp çocuk ruhlu
olmanın da hakkını verdiğini söylemek
gerek ki kendisi de bu rolün kolay olmadığını,ayrıca bu rol hakkında
notlar aldığını da belirtmiş. Türkiye’de de böylesine hem çocuk ruhlu oynamayı
hem delilikle örtüşen bir role bürünüp bunu böylesine inandırıcılıkla oynamak
tabiri caizse her baba yiğidin harcı değil cümlesini akla getiriyor.
Aras Bulut
ne kadar film genelinde etkileyicilik namına iz bırakan isim olsa da, bir o
kadar küçük kızı oynayan “ Ova“
karakterine hayat veren Nisa Sofiya
Aksongur de bir o kadar etkili izlenim bırakmayı başarmış, bunun
yanında Vatanım Sensin dizisinden tanıdığımız ve tiyatrocu geçmişiyle
bilinen Celile Toyon başarılı bir şekilde oynuyor. Filmde bütün
karakterlerin önemli bir özelliği tiyatrocu bir geçmişe sahip olmaları. Gerek İlker Aksum (Askorozlu) gerek Mesut
Akusta (Yusuf ), Gerek Sarp Akkaya (Müdür
Nail ) gerek Yıldırım Şahinler de bu isimlerden bazıları.
Bir
filmin hikayesinin tek oyunculuğa sınırlandırılması çok kez defa tartışma
konusu olabilir; ama bir filmde başrol kadar yan karakterler filmin hikayesini
belirler. Bu hikayede “Hafız”
karakteri verdiği cevaplarla ve duruşuyla başka yerde dururken, Yusuf karakterine can veren hiç
konuşmasa bile sadece bakışıyla,sessizliğiyle bazı şeylerin anlaşılacağını bize
Mesut Akusta öyle anlatıyor ki
susmak tek çare kalıyor.
Sonuç
olarak;Güney Kore yapımı ”Miracle in Cell No. 7” adlı
filmden uyarlanan senaristliğini Kubilay Tat,yönetmenliğini Mehmet Ada Öztekin'in yaptığı “7.Koğuştaki Mucize “pek çok eleştirmenin “ salya sümük ağlatmayı başardığı” sözünü kanıtlamasının yanında nitelikli oyuncu kadrosuyla, buram buram burukluk ve hüzün adı altında
Türk sinemasının son zamanlarda çıkardığı dokunaklı,hüzünlü, yer yer gülümseten
ve insanın kalbine dokunan kaliteli
işlerden. Gişeye oynamasının yanında sadece gişeye oynayarak değil de insanın
içini cız ettirmesiyle, hüzün ve burukluğu harmanlayarak bu topraklarda
yaşanılanları etkili bir şekilde işlemesini
iyi bilirliğiyle zirveye oynadığını ispat ediyor.
İzlerken Altını
Çizdiklerim:
“
Bırak dede efendiyi, Allah baba bile burayı ıslah edemez “
“Anamdaki Müslümanlığa hiçbir kitapta rastlamadım”
“ne
var lan bunun içinde
Konyaklı
hafız abi
Siktir
lan münafık “
“
bu çocuk dediğin anarşistler memleketi yakıyordu az daha “
“odaklanınca
ne oluyor dört duvar kalkıyor mu?”
“
ben ne içerde,ne dışarda yaşayamam
Güneş
bana haramdır”
“ilk
taşı günahsız olanınız atsın”
“kendi
kızına kıydıysan başka çocukları kurtaracaksın”
Cem Kurtuluş, Ocak
2020