// body elementide aşağıdaki şekilde düzenlenmelidir. ...
// etiketinden önce aşağıdaki kodu ekleyebilirsiniz. // body elementide aşağıdaki şekilde düzenlenmelidir. ...

Etiketler

Tarih

Kategoriler

02 Haziran 2025

MASSACRE KONSER KRİTİĞİ (01.06.2025)


 








20’li yaşların başları itibariyle Morbid Angel, Autopsy, Massacre ve Cancer başlıca kafa gruplarımdı, sayısız isim sayabiliriz ama heyecanın yüksek bir o kadar kendi alt kültürümü yaratma peşinde koşuyordum. Massacre da benim için sıkı death metal fanatiği olmasam da ilk dinlediğimde aklımı kaybettiğim gruplardan biri olma özelliğini taşıyordu, özellikle 1991 plaka “From Beyond” ayrı delik deşik ve kaosa davet eden  tehditkar bir saldırıydı. 

Massacre konser haberini aldığımdan itibaren hemen bileti almaya koştum, konserin çok kalabalık olmaması da en olağan durumlardan biri olurdu,yine de “bugünün işini yarına bırakma” şiarıyla hareket edildi. Massacre  öncesi Ankara’da katliam yaratan Gore Dimension;  yine her zamanki gibi işi olan bol gore vaat ederek kazımalı riffleriyle gecenin fitilini ateşledi.  Massacre’ye yaklaşırken kalabalık beklenenin altında olsa da, yaş aralığı daha çok old school ruha hitap eden bir ortam vardı. Massacre için geri sayıma geçip hazır kıta bekliyorduk. 


“From Beyond” albümünün ağırlıklı olduğu bir setlist ile çıkmaları zaten en beklenen durumdu.  “Dawn of Eternity” ile başlayan albümde ilerledikçe, “Biohazard  ve From Beyond, “Defeat Remains”   çalınması en beklediklerimizdi.  Hiç durmadan, enerjilerini seyirciye yansıttıklarını gösterdiler, kaos durmadı, sürekli kaosun dili hakim oluyordu geceye.

Konsere az katılım olması bir yana grubun kendi istifini bozmadan delik deşik bir öfke tufanıyla makine gibi çalması da ancak “ Yok ettiler” cümlesiyle mümkün olurdu benim için. Kam Lee, kendine özgü karakteristik vokaliyle halen benim için sayılı en gaddar death metal vokallerinden biri. Kaos olabildiğince yüksek, olabildiğince en yüksek adrenalin şekilde grubun da samimi, yok edermişçesine yardırması da bizi daha da kamçılıyordu. 

Hayatsızlığa meydan okuyan alkolü derin enjekte eden bizler için bu gecenin anlamı o kadar büyüktü ki böylesine Florida’nın en gaddar gruplarından biri olarak düşündüğüm MASSACRE’yi izlemek tam anlamıyla delilikti. Kendimizden geçerken  üstümüz sırılsıklam ter içindeydi. Grup, kapanışı son konserlerde yaptığı Death coverı olan  “Corpse Grinder “ile delilik seviyesini daha da artmıştı. Böyle konserlerde en önem verilen mevzu ses sistemine odaklanmaktır. Holly Stone sahnesi bu açıdan bu işin üstünden kalktı. 

Hepsini toparladığımızda; Deathground Organization ve Egerock 35 ortaklığıyla böyle bir efsaneyi bize izledikleri için ayrı  saygıyı hak ediyor.

Daha öncesinde Suffocation, şimdi Massacre, belki önümüzde daha delirtici işler göreceğiz.


STAY UNDERGROUND!

Cem Kurtuluş, Haziran 2025

01 Mayıs 2025

Geri Dönüş Ruhu: Sacrifice - Volume Six (2025)


 










Geri dönüşler konusunda eskiye bağlı old school kayıt almak ya da diğer haliyle ham kayıta yakın işler çıkarmak en zor iştir. Son zamanlarda bu işlerin üstesinden gelen; Nasty Savage,Evildead gibi gruplar geri dönüşleriyle fazlasıyla memnun edici ve sıkı işler yayımladılar.  1980’lerden bu yana başta ürettiği en klas işlerden biri olan “Torment in Fire” olan Sacrifice,  16 senelik bekleyişten sonra “Volume Six” ile geri döndü. 

Yanılmıyorsam 1980’lerden beri aynı kadroyla yola devam ediyor Sacrifice, bu albümde de değişen bir şey yok, aynı kadro ile yola devam ediyor. “Canadian Thrash” sahnesinde  akıllara her ne kadar Razor, Infernal Majesty gibi gruplar gelecek olsa da Sacrifice;  asıl dinamiği oluşturan grup olmuştur. 

Beton gibi duvara çakıcı, ve sıkı müziklerinden hiçbir zaman taviz vermedi. Albümün açılış parçası “Comatose” başlardaki sessizlik anından sonra atağa kalkan, davul ataklarıyla kaosun içine katılmamızı sağlayan, riffleriyle de kargaşa ortamında kalmamıza sağlayan mosh-pit’ alanına doğru yuvarlıyor bizi. “Antidote of Poison” riffleriyle akılda kalıcı, aralara serpiştirilen sololar ile  “avcı mısın yoksa av mı “ sorusu kendine cevap buluyor.  İkinci yarısıyla birlikte davul temposunun atağa kalkmasıyla saldırganlık el değiştiriyor, 50’lerin sonuna doğru giden bagetleri suratımıza patlatan Gus Pynn’e ayrı saygı duymamız gerekiyor. Joe Rico ve Rob Urbinati süratiyle kaostan geri bırakmıyor bizi.

“Missile” kaldığı yerden thrash metal saldırısı ve saldırganlığıyla,agresifliğiyle, yeni teknolojik düzende savaş aymazlarına  savaşın insanları nasıl acımazsızca katlettiğine karşı sözünü söylüyor,burdan da savaşın bir oyun gibi oynandığına kanaat getiriyor. Bu sözü söylerken “Missiles rain from silent skies/No remorse in their eyes” nakaratları isabetli bir atış oluyor. Bununla  birlikte Gus Pynn’nin davuldaki müthiş performansıyla, Urbinati’nin kızgın ve vahşi vokaliyle kaosta kalmamızı sağlıyor. “Underneath Millenia” kitlesel yokoluşa doğru  temasıyla yola çıkıyor. Temposu ağır, yavaştan kendini alarak “Without a trace, life erased.

Monuments live. Immortality” nakaratıyla da temasını gösteriyor. “Your Hunger for War” hız kesmeden öfkesini arttırıyor, tempo daha da saldırganlık seviyesini başka yerlere götürüyor. “Incoming  Mass Extinction” bodoslama vari kafa kırıcı bir öfke tufanı içinde Urbinati’nin öfkeli vokaliyle daha kızgın hale giden, hızlı sololarıyla başka hale evrilen, davulda Gus Pynn’nin de ataklarıyla, dünyada olup biten başta küresel yangınlar sonrası yalanlar üfüren politikacılara yönelik lirikleriyle noktayı koyuyor Sacrifice.  

 “Lunar  Eclipse” albümün enstrüman hakimiyetinde sıkmayan, bir o kadar etkili ve vurucu şarkılarından, iki dakika sürmesine rağmen vuruculuğunu ispatlayacak nitelikte oluyor. “Explode” başlangıçtaki  50’lerin sonuna doğru ilerleyen Gus Pynn’in müthiş davul atakları, Urbinati’nin ortalığı dağıtan öfkeli vokali, dur durak bilmeyen hareketli, temposu artan kargaşaya infial yaratacak şekilde etkisini yansıtıyor.”Black Hashish” melankoli damarlarına yakın hissiyattaki görevini yerine getiriyor.

“We Will Not Survive”  atak üstüne ataklarına arttığı thrash bombardımanı içinde kendimize yer bulduğumuz, bir umutsuzluk işgaline dair dünyadaki konumu ifade edecek güçlükte oluyor. Thrash Metal gruplarında saygı niteliğinde “cover” mevzusu en görülenlerden, bunu da “Direct  Action” grubunun  “Trapped in a World “ ile taçlandırıyor Sacrifice. Şarkı, 80’li yıllarda  Toronto’nun ünlü plak dükkanı Record Peddler’da çalışan  ve Diabolic Force  plak şirketinin sahibi olan  Kanada müzik sahnesinin önemli isimlerinden  Brian Taylor tarafından yorumlanıyor. Brian Taylor aynı zamanda grubun ilk 3 albümünün prodüktörlük görevini üstlenmişti. Ama yine de albümün kapanış parçasına pek de uyduğunu söylemek yanlış ve yersiz olur.

 Prodüksiyon konusunda cilalı bir sound duymuyoruz, daha çok old school’a yakın bir hava hakim, eski usulün izinden gittiklerini gösteriyor Sacrifice tayfası.  Albümün prodüktörü  Rob Urbinati olsa da, mix ve master işleri “The ones I Condemn” albümünde birlikte çalıştıkları  Darius Szepaniak’ın elinden çıkıyor. Albüm kapağı da Propagandhi’nin bassçısı  ve Sacrifice’ın  hayranı olan  Todd Kovalski tarafından tasarlanıyor.

 Bütün hepsini toparladığımızda; Sacrifice, 1980’lerden bu yana thrash metal sahnesinde  ilk albümlerinde yayınladığı kadrosunu koruyan tek gruptur.  16 yıl sonra OLD SCHOOL; köklere sadık kalarak; pek çok grubun teknolojik ve cilayı arttırdığı yerde “Volume Six “ ile Sacrifice  ne kadar ruhlu olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

 Kadro;

 Rob Urbinati – Vokal,Gitar

Joe Rico – Gitar

Guss Pynn – Davul

Scott Watts – Bass Gitar

 Cem Kurtuluş, 2025

12 Nisan 2025

Tutku Her Zaman Kazanır: Udo Dirkschneider Konseri ve Kritiği... (11.04.2025,IF Performance Hall Beşiktaş)


 









“Cesaret bir alışkanlık ya da doğal bir eğilim değil de bir tutku olduğu zaman ruhu mahiyetleri ne olursa olsun,yapmak istediği şeyleri icra etmeye kuvvetle yönelmek için yatkın kılan ateşlililik (enerji) ve hareketliliktir. Atılganlık da ruhu en tehlikeli şeyleri yapmaya yatkın kılan bir tür cesarettir” der Descartes, “Ruhun Tutkuları” kitabında.  Diğer bir deyişle Tutkular, vazgeçebilen değil, ne kadar ileri gidebilmenle alakalı bir tespit de denebilir. 

Konuya bu denli giriş yapma sebebimin kişisel tarihine katkıda bulunmak ancak böyle bir giriş yapılabilirdi. Bu Tutku yolunda öncellikle; heavy metal tarihine sayısız isme ilham kaynağı olmuş, yol göstermiş, ve yetiştirmiş ve halen yetiştirmekte olan Udo Dirknschneider’in bu tutku yolunda şansına münhasır biri diye nitelendirsek tam da isabet olur.  

Şimdilerde 70’lerini geçmiş, ama enerjisiyle adeta öfke ve enerji patlamasının tutku yönü UDO’yu anlatan kelimeler oldu hep benim için. Kendi kişisel tarihimde; bundan tam 15 yıl önce; öğrenci ve işşiz halimle kendisinin İzmir/Foça’ya duyar duymaz içimdeki tutku o zaman kabarmıştı, o işşiz ve parasız halimle oralara doğru rotamızı bir tutku neticesinde gerçekleştirmiştik, kimse yollara ucuz şeyler için düşmez.

Konunun aslına gelecek olursak; UDO Dirknschneider dün gece İstanbul’a teşrif etti 15 yıl sonra, en azından bizler için yeniden UDO denince heavy metalin altın adamı deyimi fazlasıyla gelecekti. Otobüsten indiğinde salona girişi ve o ağırlığı karizmasını gördüğümüzde heyecan sayımız artmaya başlamıştı. Konserin Cuma günü olması, çoğu kimsenin şehir dışından yollara düşmesi ve klasik konser önü kapı demlenmeceleriyle alkolün seviyesini arttırmak durumundaydık, ki biraz sonra olacak enerji patlamasına hazır olalım,ama bir detayı vurgulamak gerekir,ki konsere giriş yapılırken kuyruğun sonu gözükmeyecek vaziyette idi ve yaş ortalaması çoğunlukla 35-50 civarı kitle dediğimiz bir dinozor kitle oradaydı. 

Kuyruk faslını bıraktıktan sonra; konser tam da saatinde başlamıştı,sıradayken ilk şarkıya yetişsek de yanılmıyorsam UDO girişi “ Fast as a Shark” ile başlatarak hızlı bir giriş yapmıştı, bu sadece başlangıçtı. Peter Baltes’in karizmasının da kendisinin yıllarından bir şeyler götürmemişçesine tabiri caizse yardırıyordu. 40 yıla dayanan bir heavy metal önderi/komutanı artık nasıl adlandırırsanız adlandıran sahnede adeta bir canavarın görüntüsünü yansıtıyordu.

“Midnight Mover” bundan 15 sene öncesinde de Foça sahnesinde oldukça enerji patlaması yaşadığımız ender anlardan biriydi, ve yeniden “Midnight Mover” çalındığında duygu seli akıyordu. Tempo,hız, hareketlilik artıyordu; heavy metal/speed metal tarihine yön vermiş 1983 yılının müthiş şahaseri “Restless And Wild” albümünün dinamiklerinden “ Flash Rockin’Man “ adeta yerimizde durmamışçasına enerji patlaması kaldığı yerden devam ediyordu. Klasikleşen,marşlaşan, artık UDO fanatiklerince adeta bir stadyum korosuna dönüştürülen “Metal Heart” çaldığında seyirci adeta kendinden geçmiş, “ Ooooo” nidalarıyla mekanı esir alıyordu adeta. 

Herkes coşkulu şekilde en az UDO kadar kendinden geçiyordu ama UDO’nun ilerleyen yaşına rağmen böylesine devleşmesi içinde bambaşka heavy metal canavarı olduğunu bir kez daha ispatlıyordu bize. Daha sonrasında Peter Baltes mikrofonu alıyordu, duygu selleri başka yöne akıyordu “Breaking Up Again” ile.  Peter Baltes tarihte bir kez daha başka biri olduğunu kanıtlıyordu ve UDO’nun yıllar boyu kendinden vazgeçmeyişi gibi bir gerçeği de gözardı edemeyiz.

“Duvarlar yıkılsın,çatışmalar başlasın” minvalinde tarihin en popüler parçası, ve UDO fanatiklerince yeri göğü inletecek olan “Balls  to the Wall” karşılıklı söyleniyordu. “London Leatherboys” ile tempo azalmıyor, daha da artıyor ve biz yerimizde zıplayıp terlerken UDO hiç sanki 70 yaşında olmamışçasına destan yazıyordu. Tarihin en sıkı yalnızlık anlatısı olarak sanatın nasıl icra edildiğinin bir portresi olan “Winter Dreams” i ilk defa canlı dinlemek ise paha biçilemez bir duygu biçimiydi, anlat deseler anlatılamayacak derecede hisli,dokunaklı ve ezici ve buna şahit olmak eski dinazorların hakkı olduğu kadar,biz orada bulunanların da hakkı

“Love Child” ile birlikte sürekli seyircinin karşılıklı yüksek sesle “Love Child” diye bağırması da coşkuyu,tempoyu,azaltmıyordu. Kişisel tarihimde çok önemli yere sahip olan  “Princess of the Dawn” da UDO ve ekip bu müthiş gecenin hiç bitmemesini hissettirmekten ötesine geçiyordu. Böyle durumlarda eylem konuşur,müzik konuşur, gerisini sessizliğe bırakırsın.

Kapanış ise “Burning” ile sonlanmış olsa da sanki sonsuzluğun tarihini yazıyordu UDO sahnede. “ IF Beşiktaş Performance Hall “ sahnesi  ses kalitesi konusunda  geceyi başarılı şekilde geçirmemizi sağladı. Gecenin UDO ve ekibi kadar iyi geçme sebebiniz diğer bir yanı UDO ve Accept tarihine  uzak olmayan kitlenin alanda bulunmasıydı,böylesi zamanlarda bu da tutkuyu hızlandırıyor.

Bazı zamanlar bir tarihe tanıklık etmek istersin ikinci defa, ve tutkuların ne kadar büyük güç olduğu da bir kez daha kanıtlanır. Yollara “UDO” için düşen dostlar,arkadaşlar olacaktır tutkuları güçlü oldukça.

Klasik bir tabir olacak; Aşk da ,dostluk da, arkadaşlık da tutku varken mümkündür

 İşte bu gece tam olarak; 70’lerini geçmiş UDO başta olmak üzere görkemli bir gecenin öfke,enerji patlamasının dönüşüne katkı sağlayan bütün ekibin destansı olduğunu bizlere kanıtladı

Sözler uzatılabilir;ama ne kadar uzatılırsa belki de içi bu büyük görkemli geceyi anlatamayacak

Bazı zamanlar kelimeler susar, gece konuşur!

Cem Kurtuluş, 2025

21 Şubat 2025

"Dehşet Verici Kuzuların Sessizliği" : Otonom Piyade - Kuzuların Sessizliği (2024)


 










Türkiye’de yaşıyorsanız “katli vacip” vakaların görülmesi ve toplumun ikiyüzlülüğüne dair söylenecek çok sözünüz vardır. Saian Sakulta Salkım ise otoritelere karşı isyan bayrağını çekip sözüyle de en sert şekilde makine usulünde yaptı. Bunun için sayısız örnekler var; en basit örneği ise Uğur Mumcu’yu katledenlere karşı söylemişti, safını pek önceleri belli eden  Saian ve K”st “ Otonom Piyade “ile işe koyulduğu ilk günden beri sert politik liriklerini K”ST ile birlikte “Otonom Piyade ”  adı altında  konuşturdular.  2017’de işe koyulan Saian ve K”st” dördüncü albümleri “ Kuzuların Sessizliği” albüm kapağında belli olduğu gibi liriklerinin ne kadar sertliğine dair mesajı baştan veriyor.  

Toplumda bu kadar adam kayırmaya, yolsuzluğa, hukuğun ezilmesine olan sözünü sakınmayacağının altını çiziyor. Albümün isminin “Kuzuların Sessizliği” olmasıyla ilgili cevap “ Kuzulara Sormalı” cevabı yatıyor.  Albümün giriş şarkısı “ La Havle Vela  Boom Bap”  ülkenin içinden alıyorlar bütün hikayeyi. Çocuk Tacizi, İstismar, Adam kayırmacılar, Katil müteahhitler,Faili meçhuller ve sonunda AKP iktidarına hicivleri ile güçlü politikliğini konuşturuyor. 

“Atamalarda torpil var, Hasankeyf'te dinamit/Oligarşi, emek üstünde, yükselen piramit,İçselleşen yolsuzluk ve örtbas” nakaratlarıyla  çalan ve çırpanlara, yoksulluğun dibine insanları mahkum edenlere sözünü söylüyor. K”st’ün araya girmesiyle “yattığı yerden maaş herkes tanıdığa beleş bitti iş ahlakı yolsuzlukla sürdü sefa gebeş” sözünü söylemesiyle mevzunun özeti gözümüzün önünde oluyor. Sözünü sakınmadan, haksızlıklara karşı gelen tavrıyla da bize gösteriyor bunu. Kuzuların Sessizliği konusuna Saian bir röportajında açık dille bunu şöyle dile getiriyor; “ Esasen bunları dert edinmeyen insanlara, yani o kuzulara neden bunları dert edinmediği sorulmalı. Dehşet verici olan kuzuların sessizliği.”

“Mevlana Kıskacı” ile  protestliğin çizgisinde söylemini değiştirmeden ana temasını vergiler kaçıran zümreye sözünü sakınmadan söylüyor. “vergilerden bıktık usandık ve her gün bir olay yavrum yurtdışından protest rap söylemek kolay” sözüyle de korkmadan,usanmadan,sakınmadan ve tam da adrese gitmesi gerektiği gibi. K”st ile daha da sertleşiyor lirikler, bu da argo dilinde “geğirince döl kokusu gelir senin ağzından kime sakso çekeceğini bilirsin en azından” nakaratlarıyla bir hale geliyor. 

“Nau Nau”  Thomas Hobbes’in meşhur sözü “ insan insanın kurdudur” sözüyle yola çıkıyor.  Bu söz aynı zamanda insanın içinde yaşadığı vahşi hayvanı temsil eden, barbarlığa giden durumunu ifade eder.  Toplumun ikiyüzlülüğünü ters yüz eden liriklerin yansımasını görüyoruz. “neden katliamlar batılıdan nükseder Afrika’dan, kan izini takip et yol çıkar Brüksel'e gazeteci cinayeti bir halk oyunu biz de devlet içinde başka bir paradigma gizli” nakaratlarıyla liriklerin büyüklüğünü bir kez daha anlamış bulunuyoruz. Basit bir anlamışlık değil, derinlik anlamında atılan sıkı bir yumruk minvalinde Otonom Piyade kendine ait sert duvarın olduğunu söylüyor bize bir nevi. K”st ile “O kareli ceketinizde s.o.s. logosu zorbalığı dikte eden badem bıyık korosu” ile de asıl adrese gönderiyor mesajı.  

“Skool of  Hard Knockz”   AKP’li yazar Abdurrahman Uzun’un “Açın kombileri yaz da olsa, havalar sıcak da olsa sonuna kadar yakın kombileri. Artık gaz patronuyuz.” cümlesiyle başlatıyor mevzusunu. Bu açıklamadan sonra doğalgaz’a yapılan zamların faturası halka ağır şekilde yansıtılmıştı, buna da ek parantez olarak belirtsek de/belirtmesek de gerçek budur.  Saian  “Burada adalet bir hayalettir/Halka ahlak öğreten avradını tekkelerde badeletir- Yobaz, bana faydasız kilisede papaz Senin dokuz milim, Saian'nın mermisi sarkazm"  nakaratlarıyla haykırıyor.

Şarkının gidişatındaki DJ Şivo’nun katkılarıyla  Scratchleri de bir o kadar etkili bir iş çıkartıyor. Scratch, ilk olarak 1970’lerde plaklar üzerinde yapılan bir DJ atraksiyonu denebilir, pek çok yetkin DJ kendi yaratıcılığını beatler üzerinde deniyorlardı.”Cim Karnında Bir Nokta” başlangıçta merkezde Çiçek Abbas’ı selamlayarak başlıyor. “Ben enflasyondan hiç söz etmeyen yüz bin kadar rapçiye dinleme sakın yapar metastaz” nakaratlarıyla inceden alt metini okuyoruz. (Metastaz; “kendisine en yakın damar dolaşımına geçerek bulunduğu bölgeden farklı bir vücut dokusuna ulaşması ve burada gelişimini sürdürmesidir.”)  

Toplumun şimdiki Z kuşağı adı altındaki nesile sözlerini sıralıyor Saian. “Taksit götüne kaçmış elinde ayfon” bölümünde dinliyoruz bunu. “Hiphop” ile geçmiş kuşaklara, yeraltındaki ruhu muhafaza edenlere sıkı bir ruhla cevap veriyor. “Rapti benim en dolaysız kendimi ifade formum” cümlesiyle sokaktan gelen bir neslin tutkulu tırmanışına bir ruhla cevap veriyor Otonom Piyade.

Albümün teknik konusunda;  Saian Sakulta Salkım & K”ST haricinde  prodüktör koltuğunda DJ Kaan Arslan,Miks de Berkant Merdivan, Mastering’i üstlenen Emrah Çelik ve Scratchlere yer veren DJ Şivo  bu  EP’de emeği geçip de unutulmaması gereken isimlerden.

Yaşadığın yerde sokakta yaşanan haksızlıkların,zorbalıkların, zulmün, sessizlik dilinin “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” minvalinde olanlara karşı isyan bayrağını çeken ve  haykıran “Otonom Piyade”  bir nevi “Kuzuların  Sessizliği” ile bir nevi kendi kuytu köşelerinde susturulmaya çalışan bir toplumun izdüşümünü/ yansımasını çiziyor. Hiphop kültürüne yakın olmayanlara bile, otomatik makine kıvamında old school sound’un hem altyapısıyla hem de lirikleriyle sıkı bir tokat/yumruk kıvamında “Otonom Piyade” memleketin ağa babalarına, halkı yoksullaştıranlara karşı sözü var!

Cem Kurtuluş, 2025

29 Ocak 2025

"İmge, Artık İmajlara Dönüştü" Onur Sakarya Röportajı (28.01.2025)


 








-Bir zamanlar sert kıyılardan geçip kırmızı tuborg içerken kırık şairler okunduğu kadar o şiirin sertliğine,bizi ne kadar yamulttuğuna dair hislerimiz bizi duvara toslattırmıştı. Sokağın dilinin kanla başladığı yerde de bazı hissiyatlar devreye girer. 20’li yaşların başlarında da Onur Sakarya, benim için sokağın dilini sertçe ve sahici dille haykıran bir şairdi kendi adıma. Ağdasız, sert, imgeye girmeden bodoslama mevzularından yola çıkan “hayatım neyse, şiirim de o oldu” sözünden yola çıkarak yokuşlar kadar sıkıntılı bir şiiri temsil ediyordu. 20’li yaşlardan sonra, 30’ların ortalarına ulaşıldığında Onur Sakarya ile bu röportaj tarihe not düşsün diyerek kendi adıma mevzuya daldım. 

________________________________________________

 CEM: Klasik bir soru olacak olsa da; aslında insanın kendini tanıması da, kendini aşağı yukarı anlatması da zor bir mesele. Her neyse; burayı kısa kesecek olursam; Onur Sakarya’nın hikâyesi nerde ve nasıl başladı?

Onur Sakarya: Hikâyem ortaokul yıllarına kadar dayanır. Halamın şiirini yürütüp benim şiirim diye sınıfta okumamla başladı. Asıl hikâyeyse, Ankara’da, Feyzi Halıcı ile tanışmam, ki henüz lisedeydim, ve ilk şiirimin Çağrı Dergisi’nde yayımlanmasıyla başladı. Adana’dan Ankara’ya taşınmamız benim için şiirimde milat olmuştur. Esaslı okumalara başladığım zamanlar yani. Henüz reşit olmadığım yıllar. Ankara’da attığım kültürel adımlar. Adana’dan Ankara’ya taşınmak bir ergen için taşradan metropole taşınmak gibi bir şeydi. Aslında ben ve şiirim Ankara’da vücut bulduk. Üniversitede Eskişehir’de ise bu vücuda ruh üfledik. Biraz böyle. Feyzi Halıcı’nın bana en büyük katkısı şiirde ses ve ritm olmuştur tıpkı Attilâ İlhan gibi. Düşünsene lisede aruz falan yazıyordum. Ve yazdığım şiirleri şiir günlerinde okuyordum. Tecrübeler böyle yavaş yavaş oluyor.  

-Kendi gençliğimin ilk dönemlerinde kırmızı tuborg’un ucuz zamanlarında şiirin biraz daha sıkı ve sert olarak keşfettiğim birçok isim vardı. Bu isimlerden biri Onur Sakarya İdi. Bununla birlikte kendimce o bir boksörün sert yumruğunu kendisinin şiirinde hissetmek benim için yeterliydi. Zaten şiir de benim için ağdasız, yalın, duvara toslamak gibi ağır olmalıydı. Pek çok kişi illa ki sormuştur; bütün bunları düşününce aklımda beton gibi sert şiir gelir aklıma. Benim de sorum Onur Sakarya’nın şiirle derdi ne?

Şiirle bir derdim var. Şiir benim için kurtarıcı. Bu olmasaydı muhtemelen delirmiştim ve kıçımı devirip bir odada öylece hiç konuşmadan yatıyordum. Kaldığım akıl hastanelerinde bunu gördüm. Kendini ifade edemeyen ve hiçbir zaman edemeyecek olan adamlar üç beş ilaçla tüm gün yatıyorlar. Ama ben öyle yapmadım. Sadece hastalığımın ilk dönemleri hariç. Bir buçuk yıl tuvaletle odam arasında mekik dokuyordum. Ve sadece acı çekiyordum. 

Bir gün doğruldum ve “ne yapıyorsun lan sen” dedim. İnanın şu anda neredeyse yirmi ilaç içiyorum günde ama ayaktayım. Çalışıyorum. Eşimle oğlumla gayet mutluyum. Buraya gelene kadar çok çabaladım. Çabalamadan olan şeyler uçar. Bu kanun gibidir. Şiir bana eşlik ederek önümü açtı. Şiirle derdim budur. Bana şifa oldu. Beni taşıdı. Ha dersin ki şiir o kadar masum mu? Değil. Çünkü bu bok hem zehir, hem şifa. Hem zehirlenmeden hem de mutluluk kibri edinmeden bir cambaz gibi yürümelisin. İpin üstünde ve sakin. Belki de bilmiyorum. Bu benim yolum. Senin yolun yılanlıktır. Zehir saçmaktır. Ben zehir saçtığımı düşünmüyorum. On sene evvel belki. Ama şimdi denge önemli. Ya da saldır. O senin bileceğin iş.    

- Herkesin sorusu illa ki farklı olacaktır, ama bu memleketin en büyük icraatlarından biri olarak düşündüğüm “Kaburga Zine” ’da bulunmuş birçok insanla birlikte müthiş bir mevzu başlatılmıştı. Onur Sakarya’yı ilk orada tanımasam da, üçüncü sayıda yazdığı “kırmızı tuborg içicisi” hakkında “Ve her şey tam da burada başladı. Üzerine bir sürü söz söylendi, üzerinde bir sürü şey denendi, hatta ırzına geçildi, kurşuna dizildi, diri diri gömüldü, yetmedi mezarına işendi. Ama o bir şekilde kendi yatağını buldu“  sözlerini okuduğumda da gerçekliğin fazlası demiştim kendi kendime.  Burada farklı bir hikâye var demiştim. Bunun olayı nedir?

Burada şiirin ve insan onurunun ya da onurlu insanın ama en çok da onurlu şiirin yolculuğuna gidiyorsun. Ama o bir şekilde yatağını bulur. Buldu. Bu hep böyle olmadı mı? Niçe aklıma geliyor. Bodler aklıma geliyor. Birçok yazar/çizer filozof aklıma geliyor. Bütün bunlar neden erdemle kafayı bozmuş diye sürekli sorular sordum kendime. Bir sürü erdem tarifi. Erdemle ilgili onlarca paragraf şiir filan. En boktan mahallelerde yaşadım. En boktan takılmalardaydım. Terk edilmiş evlerden villalara. Kıçını dolarla silenlerden kıçını taşla silenlere kadar. Farklı gruplarda bulundum. Farklı evlerde uyudum. Neydi bu erdem? Erdem neydi biliyor musun dostum. Günün sonunda erdem yürekti. Yürekteki saf bilgiydi. Yani hiçbir kötülükle karışıp gitmemiş bir davranış biçimi. Şiir de bu muydu? Buydu. Samimiyet yani şiirin ve insanın samimiyeti buradan geliyor. Erdemden. Yürekten. Birtakım kafa karıştırıcı metafordan değil. Dilin erdemle yoğrulması gibi. Diğerleri ne derler bilmem ama ben buna vardım. Ama buna varırken şiire varmadım. Şiir benim bebek halimdi.

- Belki yalpak bir soru olabilir ama yine de haklı bir soru da olabilir. Belki her kuşağın, her dönemin, her çağın farklı bir bitişi var. Sorular bazen değişir ya da değişmez. Şiir; şimdi nerede, savaşıyor mu gibi sorular illa ki bu çağın sorusu olabilir. Sence şiir nerede şimdi?

Tarihsel olarak şiirin ne durumda olduğunu ve bugününü inan bilmiyorum. Bundan elli yıl sonra ne olur onu da bilemem. Fakat çağ hızlı. Çağ hızlandıkça akılla ilgili sorunlar çıkıyor. Nereye varır bilmiyorum. Nerede bilmiyorum. Sadece hissettiğim bir şey var. Şu aralar yazılan şiirden elli yıl sonra kalacaklar olur. Her dönem kendi hitini yaratır. Kendi mitini de yaratır. Bundan eminim. Güzel olacak. Kendi adıma nerede olduğumu biliyorum. Önceden bilmezdim. Şu anda biliyorum. Benim şiirimin üstü sürekli karalansa bile kalacak. Bunu biliyorum. Deneyecekler yok etmeyi ama nakşı yok edemezsin. Zor.

-Şiir meselesinde diğer mevzu belki çok üstünde durulmasa da birincisi; kafiye ile alakalı, ikincisi de imge. Bir şair olarak kafiyeye bakışın nedir?

Kafiye kullandığım ve şiire yedirdiğim bir şey. Eski aruzculardan ve hececilerden olduğum doğrudur. Ses ve ritm buralara kadar dayanır. İlkokulda rap şarkılar yazıyordum sonra sınıfta bu komikli şarkıları okuyordum. Hep beraber gülüyorduk. Komik hececi şiirler yazardım ortaokulda. Gülüşürdük. Hatta alakası yok ama lisede arkası yarın hikâyeler yazardım. Her gün bir bölüm. Sınıfta okurdum ve arkadaşlarım sonrasını merak ederdi. İmge ise; imgeye boğulmuş şiirleri sevmiyorum. İmgeyi kullanmanın da yeri zamanı var. Çorbaya gerek yok. Bir sürü çorbayı karıştırmaktan bahsediyorum. Tek çorba yeter kanımca. Bir de imgeye boğulan şiirin yükseldiği hiçbir dönemde görülmedi. İkinci Yeni bile bunları doğru yerde kullandı. Epik şiirleri sevmiyorum. Bana sahte geliyor. İmge artık imajlara dönüştü. İmajları kullananlar ve bunun hakkını verenler yükseliyor. Parlıyor. Yoksa çorbaların çorbası hep bulunduğu yeri eşelemeye devam ediyor. Bu.  

- Onur Sakarya; Mersin doğumlu ve dönemsel olarak da tam cereyan eden bir dönemde doğuyor. Ahmet Erhan’da tam da döneminin içinden ”Mersin” adını verdiği şiirleriyle de acı bir coğrafyaya eşlik ediyordu. Onur Sakarya’nın şiirinde kan izlerine rastlamak mümkün ve okuduğunuzda hem coğrafya gereği hem de şiir gereği Ahmet Erhan şiirinden bir ceza sahasına giriş mümkün gelmişti bana. Coğrafya, şiir, kelimeler birleşince Ahmet Erhan’ın Onur Sakarya’nın şiirinde bir yeri var mıdır?

Doğrudan değil ama okuduğum şairlerden biri olarak Ahmet Erhan elbet etkilemiştir. Yoksa şiir dili bakımından Ahmet Erhan’la çok farklı bir yerde duruyoruz. O daha yere basıyor. Benim şiirlerim daha büyülü. Daha sihirden geliyor. Ahmet Erhan 80’lerin sonrasından geliyor. Ben 90’ların sonundan ve 2000’lerin soluğundan. Ahmet Ağbiyle sağlığında Facebook üzerinden yazışmıştım. Sohbetlerimiz oldu. Kırılgan ve kibar bir adam olduğunu düşündüm hep. O yüzden tespit yapar ve kırılır. Sürekli bir hüzün dolaşır şiirini. Bende hüzün fondur. Soundtrack’tir. Somutlaşmaz. Ahmet Erhan çok iyi bir şairdir. Mersinlidir. Ben de Mersin doğumluyum ama Adana’da büyüdüm. Onun için sorana Çukurova diyorum. Ya da Adana-Mersin hattı filan diyorum. Yani bu Çukurova’da da bir şey var. Ona inandım en sonunda. Havası mı suyu mu bir şey var gerçekten.  

- Bu memleketin en nitelikli işlerinden biri olarak düşündüğüm hem İngilizce hem Türkçe olarak yayımlanan Subpress’in müthiş işi olarak tanımladığım “Anadolu Ekspresi”:  Yeni Türk Şiiri” adlı külliyat belki de pek çok kimsenin atladığı bir eserdir. Şenol Erdoğan bununla ilgili “Kitapsız Çocuklar” tanımını yapar. Bu dev eserde senin de şiirin var. “Kaptan!/ İnsan bir nefesten ibaret dersin” Kısaca; bu çıkan Anadolu Eksprese Yeni Türk Şiiri külliyatı hakkında orada yazılanlar bir nevi şiirin gerçek dilinin yansımasıdır bana kalırsa. Kitabın arka kapağında yazan; “ Bugüne kadar Övgü, Ödül, ve Kayda Değer kişilerin elinden çıkan değerlendirmelerle kendisine yer edinen “Şiir” in sonuna gelmiş bulunmaktayız” ifadesi de bir kadar bir manifesto niteliğindedir nerden baksak. Kısaca toparlarsam; bu eserle ilgili ne düşünüyorsun?

Ben bu kitabın bir gün tekrar ortaya çıkıp konuşulacağına inanıyorum. Ne zaman olur bilmem ama olacak. Bu girişim içeriğindeki şairler bakımından esaslı sahi bir şiir girişimiydi. Kitap da samimi ve essahtı. Doğruydu. Bir manifestoydu evet. Oldu ve olması gerekendi. Ama bunu bile anlamazlar hiçbir şeyi anlamadıkları gibi. Hoş, ben onları zerre takmıyorum. Taksaydım zaten tökezlerdim bir yerde. Ama bak buradayım. Fakat benim endişem o kitapta bulunan bazı şair arkadaşlarımın durması oldu. Stopa bastılar. Kendi kontaklarını kapattılar. Yapmamak lazım. İnatla gitmek lazım. Lazımdı. Ne olursa olsun şiir dedim. Bu benim yaşamım evet. Ama şiir demek lazım. Sonuna kadar gitmek lazım. Takmadan ve devam ederek. Yine de vakti geldiğinde bu kitap tekrar ortalarda gezecek. Bunu bilin.

- Onur Sakarya külliyatı ve dünyasının en büyük işlerinden biri bana kalırsa “Yancının Aşkı”  işiydi ki kırık bir kuşağın anlayacağı dildendi bu ve herkese göre değildi bana kalırsa.”Korkumu yenmek için karanlığı tükettim, üstüne cigara yaktım, dumanı içime çektim.”  cümleleri de yutulur cinsten değil, harbici kuşağın sözüydü  “Yancının Aşkı”nasıl bir dönemde ortaya çıktı?

Yancının Aşkı, Mersin Demirtaş Mahallesi’nde takılırken doğdu. Yaklaşık bir yıl kadar o mahallede takıldım. İşim yoktu, ailemle kalıyordum, bir geleceğim yoktu, bir umudum yoktu, hastaydım, tedavi oluyordum ve her şey bok gibi gidiyordu. Henüz o mahalleli diziler, rap şarkıları yoktu. Dili kendiliğinden gelişti. Coşkun Ağbi vardı. Soyadını hatırlamıyorum. Tetikçiydi. Hapishaneden yeni çıkmıştı. Onla beraber bir odada oturur müzik dinler sohbet filan ederdik. Öğlen acıkınca işportadan tantuni yerdik. Sanki bana vahiy geldi vallaha billaha. Birden şiir oldular. Ve not defterime döküldüler. İlginçti. Yancının Aşkı kitabının Mahalle bölümü böyle yazıldı. Siyah Ot ve Yakaza, evde kendim çoğalttığım iki fanzin kitap adıydı. Onları da sonuna ekledim ve bu kitap doğdu. Kömür kokusu. Her yerde tek katlı sobalı evler. Yola inmiş is. Mahalleyi kaplayan sis. Kesif bir koku. Soğuk. Elektrikli ısıtıcılar. Soba olmayan odalar. Donuk. Battaniyeler. Kaybolup gitmiş birçok hayat. Bulvarda üç takla attıktan sonra bir daha o mahalleye gitmedim ama anısı kaldı işte. O da bir kitap zaten. Böyleydi.

  -Onur Sakarya’ya aşina olduğum zamandan beri Türkiye’den Sait Faik, Vüs’at O. Bener, Orhan Kemal yakın gördüklerim olmuştu. Bunlar da sahici işlerin peşinde koşanlardı benim için. Bu isimler üzerinden bir değerlendirme yapacak olsaydın; Türkiye’de öykücülüğün gidişatı hakkında ne düşünüyorsun?

Bu isimlerin hepsini okudum. En çok yakın bulduğum Orhan Kemal’dir. Yeni çıkan öyküleriyse dergilerde denk geldikçe okuyorum. Yeni öykücülerle aram da hiç iyi değil gibi. Birkaç kez sosyal medyadan da yazdım. Yeni öyküleri ancak dergilerde görünce takip ediyorum. Doğrusunu istersen çok da umurumda değil. Kendi adıma denemelerim oldu. Ama onlara öykü diyemem metin diyebilirim. Benimkiler de genelde kısa ve öz. Bilmiyorum. Öykü, şiir ve romanın yanında çok sihirli etkiler yaratmıyor bende. Kısaca öykünün gidişatı umarım iyi olur. Ne diyebilirim ki.  

-Şiir, Öykü haricinde sormak istediğim bir diğer soru aslında Onur Sakarya’nın çevirmen oluşu. Subpress aracılığıyla Muhammed Ali şiirleri, Richard Sıken ve bununla beraber pek çok önemli işler çevirdi. Bana kalırsa şiirin çevrilme durumu en zor hadiselerden biri. Bu konuda da şiirin çevirebilirliğine katkı sağlayan bir “Ahmet Cemal” ve Cevat Çapan gerçeği var Türkiye’de.  Onur Sakarya şiirin çevrilebilir ya da çevrilmeyebilir meselesine nasıl bakıyor?

 Aslında “çevirme” demiyorum ona. Türkçeleştirmek diyorum. Direkt çeviremezsin zaten. Kültürel normlar ve farklar buna izin vermez. Her dilin kendine ait özel ve yıkılamaz bir dünyası var. Birebir çevirmek imkânsız. Türkçeleştirirsen bak o olur. En azından Türkçeye en yakın bu dersin. O ruhu vermeye çalıştım filan dersin. Ben öyle diyorum sen de biliyorsun zaten. Birebir çevirmeye kalkarsan da Google Translate oluyor. Komik duruyor. Bayağıdır çeviri işi almadım elime. Neredeyse dili unutacağım. Ama çevirdiğim zamanlar hep şunu diyorum kendime. Türkçede nasıl olurdu? Nasıl işlenirdi bu dize? Bu soruyla gidiyorum ama Can Yücel kadar değil. Bir yandan da diyorum ki kendi kültürel formunu kaybetmemeli. Bu başlı başına bir iş. Zor bir süreç. Özellikle de şiir. Yoksa düzyazı daha kolay. Şiirde pencereyi genişletmen lazım. Bakıp işlemen lazım. Bunlar hep belirleyici etkenler.  

- Son olarak Onur Sakarya’nın başka projeleri var mıdır ve son sözleri alalım?

Şu aralar bitmiş ve yayımlanmayı bekleyen “Gökada” dosyam var. Şiir. Başka bir projem yok. Kafayı dinlendiriyorum. Uzun süredir de tek şiir yazmadım. Bir de üniversitede yazdığım bir öykü dosyam var ya da metin dosyam her neyse. Ona da oturup çalışmam lazım ama tembellik hakkımı kullanıyorum. Son olarak kafa sağlığınıza dikkat edin. Kendinize iyi bakın!

Not: Fotoğraf, Onur Sakarya'nın "facebook" sayfasından alıntıdır. 

 Cem Kurtuluş, OCAK 2025 (ONUR SAKARYA RÖPORTAJI)

16 Ocak 2025

Hazardous - Highly Contagious (2023)


 











80’lerin Thrash Metal sahnesi dünyada pek çok kişiye  grup olma yolunda  ilham olmuştur ve olmaya devam ediyor.Türkiye’de sayısı azımsanacak şekilde thrash metal olduğunu düşünürsek halen bu işi inatla sürdüren birileri var. Yıllardır bu alanda üreten bir “THRASHFIRE” gerçeği var. Bununla birlikte ruhu delişken, bu işi kovalayan bir isimden bahsetmek yerinde olacaktır.

“HAZARDOUS”  20’lerde kanı thrash ile kaynayan ilk başta Ankara’da kurulup daha sonra da Kadıköy’de aynı ortamda takılan gençlerin gruba dahil olmasıyla ve sonrasında   80’leri kendine dert edinmiş,müziğine bunu yedirmiş ve müziklerindeki inatçılığı konserde de gösteren bir grup oldu benim için. Ekibin kadrosu Eradicate’den bildiğimiz Eray’ın da gelmesiyle son halini aldı. 

Lafı yerinde kesmek  gerekirse; yakın zamanda 4 şarkılık “Highly  Contagiaous” adında EP’leri ile  hızlı bir giriş yaptılar. Grubun  etkilendiği dönem 80 ve sonrası dönemin old school ve bununla birlikte liriklerde de klasik korku sineması ağırlıklı lirikler içeriyor. Grup, EP’nin da buna adandığını söylüyor.  

Bütün saldırganlığıyla, thrash metal kaosunun içine çeken ve giriş parçası olan EP’yi ismini veren “Highly Contagiaous”  beyninizde ayrı bir delik açarcasına, gitarlar ve davulların saldırganlığı noktasıyla, vokalin de o saldırganlığa aynı şekil cevap vermesiyle kaosun ortasında bulunmak kaçınılmaz oluyor. Ortalara doğru klasik old school thrash temposunun artmasıyla saldırma hissinin bütün emirleri yerine getiriliyor.”Long Live The New Flesh”  saldırganlıkta tempoyu azaltmadan, baş vokalin haricinde destek vokallerin artmasıyla atmosferin kaos içinde olduğunu gösteriyor. Başlangıç şarkısıyla başlayan davul atakları kaldığı yerden devam ediyor.

Öfke tufanını işaret eden, kaosa çeken “Fear  The Old Blood” ruhtaki kanı hissetmenin açlığına sert bir tokat, hızıyla ve saldırganlığıyla ve riffsel yönden yer yer death/thrash ortaklığını gösteriyor. “Feel the blood around you” nakaratıyla da belirleyici ve olması gereken adrese mesaj gidiyor.

Albümün kapanış şarkısı “Shapeshifter” saldırganlıktan geri kalmadığını ağır şekilde gösteriyor. “Kaçacak delik olmadığını gücündeki kanına güven“ mesajı veriyor. Başka bir konuya geçmek gerekirse; EP hakkında çok konuşulan konu ise grubun vokali. Grubun ilk malzemesine göre Avrupa’da pek çok kritikte grubun vokali Hamit’i bir yerme söz konusu oluyor, ama Crossover/Thrash açlığınız varsa kendinizi sadece soundun öfkesine kaptırıyorsunuz. Asıl mevzuya, ana temaya odaklanıp sounda kendinizi kaptırırsanız kaosun içine dalıyorsunuz.

Mevzuyu kısa kesmek gerekirse… Thrash Metal’in üvey evlat muamelesi gördüğü ve unutulmadığı yüz tuttuğu günümüz piyasasında Hazardous, genç yaşın getirdiği dinamitlikle Thrash’ın o sert ve saldırgan ataklarını”Highly Contagiaous” kafalara balyoz indirir gibi gösteriyor. Temponun saldırganlıkla yorulduğu, Crossover/Thrash atakların kesilmediği anda bir kargaşa ortamına giriyorsunuz.

Kaostan,saldırganlıktan geri kalmamak için albümün içine dalın!

 Kadro:

 Hamit – Vokal,Gitar (ritim)Bass

Eray Han – Davul

Deniz Ege Aydın – Gitar (Lead)

Kuzey Alemdar- Bass

Cem Kurtuluş, Ocak 2024

15 Ocak 2025

"KÖPEKLER HUZURSUZ" CHAOSDOGS RÖPORTAJI (15.01.2025)


 








CEM: Selamlar. Klişe konulardan ziyade direkt mevzuya girmek daha yerinde olacak. “Chaosdogs” un isim hikayesi nasıl başladı?

Ahmet: Selamlar Cem! "Chaosdögs" isminin hikayesi aslında biraz şaibeli. Grubu 2023 yazında Ankara'dan bir arkadaşımla kurmuştum ve o zamanlar ismi "Disrelish" idi. Daha sonra birkaç defa eleman değişikliği yaşadık ve şu an ki "kemik" line-up (Doruk a.k.a Jagöff ve Tuna a.k.a. G.G. Kush) oluştu. Grubun ismi hakkında daha çok bizi yansıtan ve vurucu bir isim arıyorduk ve bu yolda "Dispöser" ve "Nekröprofane" gibi isimler düşündük fakat bizi tatmin etmedi. Daha sonrasında Rötbrains'in "Köpekler Huzursuz" şarkısını dinlerken kendi kendime "Kesinlikle grubun isminde Dogs ibaresi geçmeli.” dedim ve diğer ilham aldığımız gruplar arasında da bulunan Sordid Dogs ve Raw Dögs'ten esinlenerek grubun adının "Chaosdögs" olmasına karar verdik. Özellikle sevgili okurlarımızın dikkatini çekerse diye de bir dipnot ekleyeyim, seçtiğimiz isimlerdeki "o" harfini "ö" harfine çevirmemizdeki inadımızın başını Motörhead ve Rötbrains çeker hahaha!

 Doruk: Şahsen grubun isminin "Dis" ekiyle başlamasını istemiyordum, fazla klişe geliyordu. Çeşitli isimler üzerinde durduktan sonra Chaosdögs adını buldum ve gruba sundum. Kelimeler bitişik mi ayrı mı, ö olacak mı olmayacak mı onun karar verilmesi bile birkaç gün sürdü. Tuna  başta ısınmasa da sonra kabullendik.

 - Chaosdogs’u ilk keşfettiğimde uzun zamandır “black’n roll” arayışındaydım ya da bunu“crust punk” olarak da söyleyebiliriz. Chaosdogs’un müziğinde de fazlasıyla İsveç’in osoğuk havasının leşliğiyle bile kavrulan sıkı soundu görmek mümkün. Bir yerde de “Dismember” dahil birçok gruptan etkilendiğinizi okumuştum. Bu müziğe başlarken doğrudan etkilendiğiniz gruplar hangileri oldu?

Ahmet: Kısa bir cevap vermek isterdim fakat sound hakkındaki fikirlerimin epey derinlemesine olduğunu fark ettim. İsveç soundu (Swedish Death Metal, Rå Punk, Swedish Black Metal) ile tanışmam aslında Rötbrains’e dayanıyor. Rötbrains'in albümlerinde kullandığı HM-2 (Boss Heavy Metal-2) pedalını araştırıp bunun İsveç'in çiğ sesinin temeli olduğunu öğrenmem ile birlikte karşılaştığım Bastard Priest, sizin de bahsettiğiniz gibi Dismember, Entombed (Nihilist), Necrot ve Carnal Tomb ile tanıştım ve bayıldım! O zamanlar Chaosdögs gibi bir grup kurma fikrim yoktu fakat sound olarak buna bayıldığıma ve kesinlikle kullanmam gerektiğine emindim!

İlk albümümüz olan "Profane Charge" için ilham aldığımız grupları da kısaca özetleyecek olursam; Rötbrains, Hellsodomy, Whiskey Ritual, Public Acid, Sordid Dogs, Bastard Priest, Toxic Holocaust,  Shitfucker (Spiter) ve Dishönor diyebilirim. Upuzun bir yelpazeden, favori gruplarımız ve ilham aldığımız işler bunlardı. (Dipnot: GG Allin!).

2025'in ilk yarısında yayımlanacak olan yeni albümümüzde bize yön gösteren gruplar ise: Young And In The Way, All Pigs Must Die, Craft, Hellsodomy, Urgehal, Mgła (Kriegsmaschine), Converge ve (İlk albümümüz için de geçerli olacak şekilde) Nuclear Death Terror diyebilirim. Yeni albümümüzde daha fazla Black yönümüzü yansıtmak istedik ve bunu başardığımızı düşünüyorum!

 Doruk: Rötbrains bu sound'u sevmemizde üçümüz için en büyük etken diyebilirim. Grupta Ahmet daha çok black/death metal, ben daha çok Crust Punk/Grindcore, Tuna ise Metalcore/Progresif işleri seviyor. Diğerlerine defalarca bu grup saf black metal işi olursa çalmak istemediğimi de belirttim, işin içinde black n roll ve punk unsurlarını bulundurmakta direttiğim için de bu soundu yakalıyoruz diyip kendime biraz kredi vereceğim hahahaha. İlham olarak verebileceğim diğer birkaç grup: Discharge, Napalm Death ve Lord GG Allin.

 - Chaosdogs hakkında pek çok güncel bilgi yok aslında. Bu konu pek kişisel olsa da; bilmeyenler için Chaosdogs’un yaş ortalaması ne civarlarda?

Ahmet: Chaosdögs'ün yaş ortalaması epey genç aslında. Ben (Ritim Gitar, Vokal.) 18 yaşımdayım. Doruk (Bass, BackVokal) 20, Tuna (Davul, Add. Vokal) 22 yaşında.

 - İlk albümünüz “Profane Charge” hakkında konuşmak istiyorum. Albümü dinlediğimizde de korkusuzca yazılan lirikler ve soundun güçlülüğü ile balyözle kafalarına indirmek gibi ifadeleri kullanmak benim için en hafif tabir olur. Albümün çıkış hikayesi nasıl oldu?

Ahmet: Albümün çıkış hikayesi şu şekilde; Doruk ve Tuna gruba dahil olmadan önce "Gospel of Hell" şarkımızı yazmıştım, grubun temasında din karşıtlığı fikri daha ağır basıyordu ve grubun temelleri onun üzerine oluştu diyebilirim. Doruk ve Tuna katıldıktan sonra grubumuzun temasına mizantropi, anarko-primitivizm ve okültizm gibi konular da eklenmiş oldu.

Chaosdögs, kaos kavramını temel alarak dinlerin, modern ahlakın ve etik anlayışın "medeniyetin" sonunu getirdiğine inanıyor. Medeniyet kavramının çöküşünün teknolojinin bu denli gelişmesiyle de birebir olduğunu düşünüyoruz, o yüzden temamızda anarko-primitizm havası ve söz/müzik içeriğimizde de Ted Kaczynski'ye bolca atıflar bulunuyor. Şahsi olarak dünyanın şu anki hali beni, iç dünyamda optimistik nihilist düşüncelere itti. Nietzche'nin de dediği gibi, "Tanrı öldü. Tanrıdan geriye bir ölü kaldı. Ve onu öldüren biziz.".

 -Albümden yola çıkıp o fikirden devam edersem; albümün içindeki liriklerde radikalleşmiş ülkenin izlerini net olarak görüyoruz. Özellikle hukuksuzluğun kol gibi yürüdüğü ülke ve sokaklarda daha çok söz söylenebilir. Bu durum hakkındaki düşünceniz nedir?

Ahmet: Bu konudaki şahsi fikrim herhangi bir vatandaşın düşüncelerinden farksız değil. Ulusalcılık veya “devlet yapısı” çok değer verdiğim sistemler değil. Sadece vatandaşı olduğum, doğup büyüdüğüm, arkadaşlarımın ve ailemin olduğu bu ülkede kendimden önce az evvel saydığım insanların refahı benim için daha önemli, ve etki-tepki yasasına sosyal hayatta çok inanan birisiyim. Dolayısıyla ben de sesimi en güçlü duyurabileceğim yol olan sanatta bunları yapmayı denedim, fakat gördüm ki insan gerçekten iflah olmaz ve aciz bir canlı. Dolayısıyla artık sanatımda böyle politik konulara yer vermeyi pek düşünmüyorum. Sanatın fazlasıyla öznel olduğunu düşündüğüm için kendi yarattığım eserlerde kendi iç dünyamı anlatmaya daha yatkınlaştım, bu sebepten ötürü artık grupça yarattığımız işlerde bile din karşıtlığı ve doğa teması daha önde.

 - GG ALLIN’e saygı adı altında “Live Fast, Die Fast” şarkısını yorumladınız, gayet de klas bir iş çıkardınız. Bunun gibi gelecekte pek çok old school şarkıların yorumunu görecek miyiz?

Ahmet: Evet! 2025’in ilk yarısında yayımlanacak albümümüzden sonra çok sevdiğimiz bir grup ile split albüm yapma fikrimiz var. Sürpriz olsun diye şimdi hangi grup olduğunu söylemeyeyim hahaha! Split'e koyacağımız şarkılardan bir tanesi büyük ihtimalle Discharge'ın erken demolarından birinin yorumu olacak. Beklemede kalın!

 - İlk konseriniz Woodstock’ta gerçekleşti, azınlık olmasına rağmen canavarca taviz vermeden çaldınız. Bununla birlikte Cenazede Erekteyim ve Dethkrüsh de vardı. Sizin açınızdan konser nasıldı?

Ahmet: Gelen herkesin enerjisine bayıldık! Son birkaç haftada yaşanan hem grup içi hem organizasyon sorunlarına rağmen, mükemmel bir konser geçirdik! Gelip destekleyen herkese çok teşekkürler! Cenazede Erekteyim ve Dethkrüsh ise özel hayatlarımızda da çok sevdiğimiz insanlardan oluşuyor. Konser yapmaya kurumsal veya maddi gözle yaklaşmayan, sadece eğlenip ortalığı yıkmaya dayalı fikirlerle çalışan insanlara bayılıyoruz!

 Doruk: Konser benim açımdan büyük bir rahatlama oldu. Ekim ayından beri mail'leşmeler yapıyordum ve 1 ay kala grup içi ve grup dışı büyük değişiklikler oldu. Yaşadığımız stresin ardından çalıp iyi dönütler almak fevkalade bir motivasyon kaynağı.

- Liriksel açıdan da, duruş olarak da sözünüzü sakınmayan bir grupsunuz bana kalırsa.İlk çıkacağınız konserdeki mekan bildiğim kadarıyla KARGA idi, daha sonra değiştirilmişti. Ülkenin adam kayırmacılık vs durumu buraya da mı sıçradı gibi sorusormak en doğalı olacaktır benim için. KARGA sahnesindeki mevzunun özeti neydi?

Ahmet: Karga ile bir mevzu bizim açımızdan yaşanmadı diyebiliriz, kendileri daha farklı nedenlerden bize başka olanaklarla yaklaştılar fakat biz Rötbrains (Cenazede Erekteyim) ile ilk konserimizi yapmakta ısrarcı olduğumuzdan hem Karga tarafınca hem bizim tarafımızca hoşgörüyle karşılandı.

 Doruk: Karga meselesini Ömer abilerin de ağzından ele almak lazım aslında. Gelecek tepkilerden çekindikleri için çıkardıkları grubun yerine gelen gruplardan birinin şarkılarını sadece ismen 5 dakika inceleseniz de durumun çok komünitelerle alakalı olmadığını yordayabilirsiniz. Adam kayırma durumununsa underground müzikte uzun süredir yer aldığını, sosyal medyada gördüğümüz sözde "Türkiye'nin en büyük metal oluşumu" tekelcilerinin getirdiği yurt dışı gruplarının ya da yurt içi konserlerin line-uplarına baktığımızda anlamak çok da zor değil.

 - (İKİ SORU BİR ARADA) Son zamanlarda sıkı işler çıktı ortamda. Hem Punk, hem metal, hem de başka işler dinleyiciyi konserlere getirmeyi bildi. Kadıköy’de bir hareketlilik olduğu herkesin malumu olsa da; Kadıköy’deki genel ortam hakkında ne düşünüyorsunuz? /   “Profane Charge” devamında yeni albümde yer alacak “Divine Order” şarkısını çaldınız konserde. Yeni albümün gidişatı yine gaddarca, tehditkar, toplumsal gerçekleri avlayan lirikler kıvamında mı olacak? Bizi neler bekliyor?

 Ahmet: Son zamanlarda çıkan işlere pek hakim olmamakla birlikte (Dead Groan, Bestial Strike ve Hazardous'un son 2 single'ı hariç, onlara bayıldım!) Kadıköy'ün gidişatını ve genel ortamı hakkında fikirlerimizi ilk albümümüzde yer alan "Era of Arrogancy" şarkımızda belirtmiştik ve fikirlerimiz aynı şekilde ilerliyor (Merak edecek olanlar sözlere chaosdogs.bandcamp.com üzerinden ulaşabilir). 

Yeni albümün gidişatı ise söylediğiniz üzere gaddarca ve tehditkar, fakat bu sefer toplumsal olayları daha çok doğa teması üzerinden anlatmayı tercih ettik. Lirikler kesinlikle daha vahşi ve pis ondan emin olabilirsiniz!

 Doruk: Yeni albümümüzde natüralizmin dibine daha metaforik olarak vurduğumuz, sosyolojik çürümenin ve milyarların inandığı mitolojik safsatanın bokluğuna primitivist hatta paganist bir yaklaşımla ele aldığımız bir iş yapmaya çalıştık. Sadece günümüzü değil, insanlık tarihindeki cadılık, okültizm ve kafirlik olaylarını da soğuk ve melodik tınılarla hatırlatıyoruz.

 -Sorularımı bitirmeden önce; yakın zamanda bir konser planlaması var mı ve son sözlerinizi alalım?

Ahmet: Şubat'ın ortası veya sonunda Ankara'dayız! 2025, Chaosdögs için yoğun bir yıl olacak gibi! Son sözlerim olarak da, röportaj için ve diğer tüm desteklerin için teşekkür ederiz Cem Kurtuluş! Daha kötü günlerde görüşmek üzere!

Doruk: Albüm incelemesi, röpörtaj  ve tüm katkıların için teşekkür ederiz Cem. Konserlerde ve kulaklıklarınızda görüşmek dileğiyle.

 Cem Kurtuluş, 2025 OCAK (CHAOSDOGS RÖPORTAJI) 

08 Ocak 2025

"Her şey yalan üzerine/ iktidarın sallansın" : Chaosdögs - Profane Charge (2024)


 










Bazı icralar ve diğer adıyla icraatlar tam anlamıyla korkusuz ve tutkulu şekilde olmalıdır. Bunu radikalleşmeye giden bir ülkede yapabilmek ise tamamen cesaret işidir.”Chaosdögs”/Chaosdogs” tam anlamıyla bunun icraasını Blackened /punk ile harmanlayıp “Profane Charge” ile ortaya döküyor.

“Era of Arrogancy” ile albümün açılışı yapılırken “kutsal Cuma akşamı/ geldi 7 günün sultanı” ile adrese mesajı Ortadoğu’da inceden mesajlara yer vererek söylüyor ve sonunda da şımarıkça yetiştirilen, düşünmekten yoksun ve tabiri caizse kimseyi iplemeyen  kuşağa “Sıfır akıl, içi boşlar, bunun adı, sikik z kuşağı” lirikleriyle neşteri vuruyorlar.

“Gospel of Hell” bir türlü Kadıköy’de yeraltında bir dönemki sokaktaki takılmalarıyla birlikte arkadaşlık bağını oluşturan insanlara saygı babında olarak hissettiriyor kendini. “Kadıköy’den yeraltına keder dolu sözlerle cehennemin en dibinden çıkageldim bak şimdi” lirikleriyle nokta atış yapıyorlar. “Blood Friday” ve  Middle Eastshithole” tam da adına yakışır şekilde radikalleşmiş Türkiye şartlarında giden ORTADOĞU gerçeğini sunan sıkı şarkılar.

“Whiskey Cult” tam olarak kaosa girmek için adanan şarkılardan, “get drunk and start a fight “ lirikleriyle birlikte  kavgaya girmek için hazır olan kitleyi hareket ettirecek bir tribün organizasyonu gibi adeta. GG ALLIN’e saygı babında “Live Fast Die Fast” adına yakışır “hızlı  yaşa hızlı öl” nakaratlarına sahip klasikleşmiş bir şarkı olmasına rağmen Chaosdogs bunu oldukça  klas ve o “blackened metal” adlı leşliğe yoğurarak yorumlamış.

Albümün finaliyle sonlanan; Uğur Mumcu’yu hem anmakla hem de Uğur Mumcu’nun “halk,din sömürüsünü affetmiyor” sözleriyle açılan “Ahiretin Bedeli”   her şey yalan üzerine olduğunu haykıran toplumdaki bütün pisliklere dair perde aralıyor. “Her şey yalan üzerine/iktidarın sallansın” sözüyle de nokta atış yapıyor.  Fizikel kopyanın içerisinde iki kayıt var; biri sadece leşlikle yoğrulmuş kayıttan canlı kayıt ve daha çiğ,daha leş, daha da içine çıkıyor.

Albümün mix ve master işleri Kadıköy’de sıkı işlere destek vermesiyle tanıdığımız Erhan Kabakçı’nın elinden çıkıyor,bununla birlikte Anti-Zine’da underground işlerle bizleri buluşturan Bekir Akman’da albüm kapağında klas iş çıkarıyor.

 Kadıköy’de "Born to kill ,live for total chaös” parolasıyla yola çıkan “Chaosdogs” Dismember,Bastard Priest,Toxic Holocaust gibi eski/yeni karışık ekol gruplardan beslenen bunu “Profane Charge “ ile ne kadar sıkı iş çıkardığını tabiri caizse cümle aleme gösteriyor.

Ortadoğu’da dönen pisliklere,bir ülkenin radikalleşmesini giden yolda sözünü cesurca söyleyen birileri var!

Halen “Underground “ diye bir iş yapmak istiyorsanız ilk işiniz bu albümü alıp bu genç ve icraat işlere imza atan çocuklara destek çıkmanızla olur.

 

STAY UNDERGROUND!


Kadro:

Noisebringer: Guitar&Vox
G.G. Cush: Drums
Jagöff: Bass&BackVox

Cem Kurtuluş Ocak 2025

27 Aralık 2024

Geri Dönüşlerin Hastasıyız: Nasty Savage - Jeopardy Room (2024)


 












Thrash Metal’in altın çağını yaşadığı 80’ler Amerika’sında  cadı kazanı gibiydi ortalık,pek çok grup birbiriyle yarış içinde “nasıl daha şeytani ve gaddar çalabiliriz” sorusuna kafa patlatıyordu. Metallica,Slayer,Sodom,Exodus,Testament,Dark Angel, başta olmak üzere pek çok grup gaddarca çalmanın hakkını fazlasıyla veriyordu, arka plana bununla birlikte itilen gruplar da vardı. Hem medyatik olamamak da bunda önemliydi. Nasty Savage de Florida’dan  çıkmış hakkı yenen gruplardan biriydi, bu tabir pek yerine oturdu mu bilmiyorum ama pek çok grubun gerisinde kalmaları da kaçınılmaz. Hem medyatik olmamaları hem underground ruhu tanımasıyla birlikte bu durum bu hale gelmişti.

Grubun karakteristik vokali dediğimiz Nasty Ronnie ise power-thrash yönünü gösteren bir ses rengine sahipti, pek çok dinleyicide de King Diamond’a benzetirdi ses rengini. Son derece kişisel bir yorum olacak; ama yaptığınız sound thrash metal ise, ses renginizin güçlü ve bir o kadar gaddar yapıda olması kaçınılmaz olmalıdır, aksi her zaman itici duruma sokmuştur. Nasty Savage’de de bu geçerliydi, 1984’te ilk demolarını kaydettiklerinde vokalde Nasty Ronnie vardı, 40 yıl sonra yeniden grubun beyni Nasty Ronnie yerindeydi, ama grupta gitaristler değişmişti(Ben Meyer ve Dave Austin)  ve grubun as kadrosunda olan davulcu Curtis Beeson da 2024 gibi kansere yenik düşmüştü. Curtis Beeson’ın boşluğunu grup   1980’lerin ortalarında “Dead” grubunda çalmış  Jim Coker(James Coker) ismini ekleyerek doldurdu, bu da mecburi bir doldurma gayretiydi.

Olayın aslına geçersek; bazı grupların sahnelere dönüşü olarak aynı sounda yakın bir şey üretmeleri her zaman tereddütlü bir yol olmuştur, özellikle de kadroda değişimler oluyorsa. Sanıyorum Nasty Savage hakkında da böyle şeyler söylenmiş olabilir. En son albümünü 2004 yılında yayımlamıştı Nasty Savage, uzun zamandır da ortalıkta yoklardı. “Jeopardy Room” ile  albümüyle geri döndüler. Albümün ismi üzerine Nasty Ronnie 11 Aralık’ta verdiği bir röportajda kabataslak şekilde şunların özetini sunuyor.  Hayatta yaşadığımız pek çok nefret zincirinden oluşuyor, sabahın köründe kalkıp işe gitmek ve karşılığında maaş almak ve sigortalı çalışmak… Burada anlatılmak istenen; sistemin içinde debelenenlerin durumuna vurgu yapıyor. 

Albüm 1 dakikanın altında “Invocations”   ile açılıyor. İntrodan sonra şiddetli şekilde “Jeopardy Room” bizi karşılıyor.  Nasty Ronnie’nin kızgın vokali karşılıyor , öfke ve kaosun birleşimiyle biriken bir patlamanın hissini veriyor.  “Pozitif kalmak için devam etme mücadelesi” olarak adlandırıyor şarkıyı Nasty Ronnie. “Brain Washer” ile tempo ağırlaşıyor, progresif yönü yüksek bir işin habercisi oluyor, belli aralıktan sonra temposunu arttırmasını biliyor. Davul ataklarıyla birlikte Nasty Ronnie’nin etrafı dağıtırcasına vokali bir kargaşa ortamı yaratıyor, belki de tek eksik yönü fazlasıyla melodiye bulaşmış olması oluyor.  Back vokallerle birlikte crossover/thrash etkisi yükseliyor.

“Southern Fried Homicide” akustik gitarlarla açılan daha sonrasında bir epik destansı bir atmosferde ilerleyeceğini gösterirken Nasty Ronnie’nin ortaya çıkmasıyla etrafa saldırganlık hissi veren yapısıyla devam ediyor.  Grubun 1980’lerden “Wage of Mayhem” demosundan   olan şarkısı  “Witches Sabbath” yeni düzenlemesiyle, Obituary’nıin de konuk olmasıyla son şeklini alıyor. Bu durum içinse Nasty Ronnie, John Tardy ve ekibine ne kadar güvendiğini röportajında söylüyor. Her ne kadar modernlik katılmış hali olsa da bu düzenleme kuşkusuz old school kayıtların yerini tuttuğunu söylemek yersiz olur. Bu şarkıyla ilgili Nasty Ronnie “Klasik bir şarkıyı alıp Obituary'nin yardımıyla destansı bir şarkıya dönüştürdüğümüzü düşünüyorum “ diyor, bunu da ek bilgi olarak yazmakta yarar var.

 “Schizoid Platform”  giriş itibariyle albümün soundu yönünden başka bir yere götürürken 1.10 gibi tempoyu arttırarak  crossover/thrash ortamına sokuyor. Türsel karmaşanın en çeşitliliğin olduğu şarkılardan oluyor.

 “Aztec Elegance” ürkütücü girişiyle birlikte  bir korku filmini andırırcasına gerilim hattına çekiyor, daha sonra da thrash metal saldırısını başlatıyor.  Nasty Ronnie’nin kaos dolu vokaliyle devam ettirirken progresif yönünü de gösteriyor. “Operation Annihilate”  uzun uzun enstrüman hakimiyetinin sololara sıçradığı daha sonra hızıyla,temposuyla,süratıyla suratlara yumruk atarcasına thrash metal saldırısının etkisini gösteriyor, temponun azalmadığı ve davulda Jim’in ataklarıyla Ronnie’nin tempolu vokaliyle de kaos ortamına sürüklüyor. 2.20’den sonra progresif etkilerin yükseldiği, daha sonra hızlı soloların süratını aldığı bir hızla  sürüyor. Nasty Ronnie vokali ne zaman kaosa katılıyor o zaman atmosfer başka yöne kayıyor.

“Blood Syndicate”  kadın inlemeleriyle açılan bir filmi andırırcasına daha sonra temposunu arttırarak saldırganlık moduna sokmasını bilircesine yardırıyor. Yer yer Accept’in koro vokalli marşa döndürdüğü şarkılara benzetmeniz de kaçınılmaz oluyor ve daha sonrasında uzun sololarıyla kendini dinletmesini biliyor. “The 6th Finger” enstrümantel düzlemde giden devamlı temponun arttığı, kaos ortamına çağıran 80’lerin altın çağı thrash metal’e bağlılık adında bir eser oluyor. Albümün kapanışı “Sainted Devil” ile sonlanıyor. Melodilerin daha çok harmanlandığı, Nasty Ronnie’nin de diğer şarkılara ses renginin farklılaştığı bir şarkı dinlemiş oluyoruz.

 Hepsini toparladığımızda; 20 yıl sonra geriye dönüşlerde tedirginlik ve endişe ilk düşünülendir, bunun üstüne bir de grup elemanlarının da hayatta olmaması üzerine üzerine grup elemanı alıp bu süreci halledebilmek güç bir iştir. Nasty Ronnie, grupta bunu başarmayı iyi biliyor. “Old School/New School” ile birlikte soundu sıkı şekilde harmanlıyor, “Jeopardy Room” da da bunu hissetmek kaçınılmaz oluyor. Bunda da en büyük pay sahibi kuşkusuz prodüktör Jim Morris oluyor. 80’lerin sonundan itibaren death metal sahnesinde dönüm noktasında olan birçok albüm yapımında sorumlu kişi Jim Morris olmuştu ve bununla birlikte “Symbolic” gibi bir albümün prodüktör görevi de kendisindeydi.

 Bu albümle ilgili grubun beyni  Nasty Ronnie “20 yıl sonra kendimi kafese kapatılmış bir köpek gibi hissettim halen söyleyecek çok şeyim vardı” diyor.

“Jeopardy Room” Old School/New School” soundu harmanlamasını bilen, 80’ler thrash metal’inden izleri olan, aynı zamanda progresif yönden de üstünde çalışılmış sıkı bir albüm. 20 yıl sonra böylesine güçlü dönmeleri de basit bir tabirle takdiri hak ediyor.

 Kadro:

Nasty Ronnie- Vokal

Jim Coker – Davul

Pete Sykes- Gitar

David Orman – Gitar

Kyle Sokol- Bass Gitar

 

Prodüktör: Jim Morris

 

 Cem Kurtuluş, 2024 Aralık

09 Aralık 2024

"Seviyoruz işte var mı diyeceğin" DEPLASE İNÖNÜ (08.12.2024)












Umutsuzluğun kabardığı, umudun tükendiği bir yerde dumanlı yollar ardında “Deplasman” eklemek herkesin bildiği olsa da, umutsuzlar için bunun anlamı büyüktür, bir de yalnızlığın damarı daha da artıp kendinden eksildikçe bununla ilgili istediğin kadar methiye düzebilirsin. Bu anlatılanların her biri aslında birer Deplasman lugatına yakın cümleler olsa da bizim bu defa gideceğimiz bir deplasman sayılmaz. Çünkü her Fenerbahçe Tribüncüsü bilir ki İnönü Deplasmanı ve Beşiktaş Tribününe konuk olarak çıktığın yer gırtlağını bırakacağın yer olmalıdır. Ama bundan sonrasında da Fenerbahçe Yönetiminin bilet politikası ile ilgili tribüncülere  haksız şekilde yapılan bilet kayırmasıyla birlikte pek çok kişi açıkta kaldı.

Kongre üyesi olup, üstüne deplasman karnesinde en yakınından en uzak deplasmanına türlü türlü cefa çeken tribüncüye reva görülen bu uygulama daha önceleri Aziz Yıldırım döneminde devam ediyordu, şimdi de Ali Koç döneminde devam ediyor.  Burada devreye giren söz ise” Ve her şey bittiğinde  hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil,dostlarımızın sessizliği olacaktır” cümlesidir.

 Sokağa inildiğinde tanıdık yüz gördüğümüz kadar, görmediğimiz yüzler de vardı. Otobüslerle harekete geçildi.  Maçın kritiği değil, tribünün kritiği daha mühimdir böyle zamanlarda. Maçtan kısaca bahsetmek gerekirse;ilk yarı atılamayan goller sonucu yenik durumda olsak da tribüne uygulanan bilet politikası da önemliydi. Bazen tribün, takımı oynatır. Bazen de takım, tribünü oynatır. Bu defa takımın tribünü ayağa kaldırması gibi bir olaydan mahrumduk. Bir yerde;istek,azim tribünü ileriye götürür. Ve kimse takım,tribünü harekete geçirmiyorsa 90 dakika aynı tempoda olmasını bekleyemez,ama bunların sebebi de tribüne uygulanan bilet politikası olur.

Tribünün ilk yarısında takımın daha iştahlı olması, özellikle korner olduğunda tribünün takımı ittirecek besteleri girmesi ikinci yarı pek öyle gitmedi,yine de Fenerbahçe Tribünü için İnönü deplasmanı demek sabahlama dönemlerinden bu yana sesini orada bırakmak demektir. Zaten deplasmana giden her tribüncü oraya gittiğinde sesini orda bırakmasını iyi bilmelidir.

 2024 sonunun son derbi deplasmanı olarak İnönü Deplasmanı daha iyi olmalıyken, hem takımın oyun kalitesi, hem de Fenerbahçe yönetiminin bilet politikasıyla sınıfta kaldı. Derneklerin de fazlasıyla bilet aldığı, internet üzerinden bazı aracılar üzerinden biletlerin karaborsa yapılması da tribünü de geriye iten unsurdu.

 Belki bir avuntu cümlesi olacak,ama eski bestede dediği gibi;

 

“Seviyoruz işte var mı diyeceğin”

 

 Cem Kurtuluş,2024 Aralık