Bazı şeylerin nasıl olduğunu anlayamazsınız. Afallarsınız. Sizi çılgına
çevirir. Onları elinizle itmek isteseniz de yakanıza bir şekil yapışır ve sizi
bırakmaz. Kendinizi rahat hissettiğiniz zamanlar azdır. Bunu
yakalamaksa zordur. Yokluk ile varlık arasında ince bir çizgi,
yaşanmışlıkların ve yaşanacakların ardına çizilmiş bir meridyen, içilen
şaraplardan sonra dünyanın yamulduğunu gören gözler...
" Leaving Las Vegas" 90’larda sinema kuşağına damga
vuran, alkolizm konusunda bir filmin nasıl işleneceğine dair ders veren bir
film, aynı zamanda Nicholas Cage’in ilk Oscar aldığı film olma özelliğini
taşıyor.
Filmin konusuna dönecek olursak; Filmin baş aktörü Ben
Sanderson.(Nicolas Cage) Karısının kendisini terk ettikten sonra
kendini içkiye veren manyak bir alkolik karakteriyle karşımıza çıkıyor.
Las Vegas'a taşınıyor, " drink to death" mevzusunu
gittiği yerlerde devam ettiriyor. Filmin başlarında Ben Sanderson'un yazar kimliğiyle tanışıyoruz, ama yazarlığına dair hiçbir ipucu verilmiyor. Daha sonrasında film Ben Sanderson'un alkolikliğine geçiyor.
Ben Sanderson gittiği erotik bir kulüpte tükettiği yüksek alkol nedeniyle karşısında yarı çıplak şekilde dans eden karşısında boşalma sorunu yaşıyor, bu da ileride yaşayacağı hayata yansıyor. Film bu sekanslardan sonra kafasını Las Vegas'a taşınan kendini alkolle öldürmek isteyen bir adamın hayatına odaklanıyor. Ben Sanderson parasını alkolden başka bir şeye harcamıyor. Kaldığı oteldeki odası bir çeşit alkol hazinesi. Kederli ve beat bir adam olarak karşımızda Ben Sanderson. Kendisini anlatma ihtiyacı duyan biri kendisi. Aynı zamanda iyi bir yazar, ama filmin başlarından itibaren bu tarafı yönetmen tarafından seyirciye fazla yansıtılmıyor.Ama ufakta olsa neler yaptığına dair kısa sekanslar filmin içinde yer alıyor. Yazarlıktan alkolikliğe geçiş evresi Ben Sanderson'un " Hatırlamıyorum. Karım beni terk ettiği için mi alkole başlamıştım yoksa içmeye başladığım için mi karım beni terk etmişti? " sözünde yatıyor.
Ben Sanderson gittiği erotik bir kulüpte tükettiği yüksek alkol nedeniyle karşısında yarı çıplak şekilde dans eden karşısında boşalma sorunu yaşıyor, bu da ileride yaşayacağı hayata yansıyor. Film bu sekanslardan sonra kafasını Las Vegas'a taşınan kendini alkolle öldürmek isteyen bir adamın hayatına odaklanıyor. Ben Sanderson parasını alkolden başka bir şeye harcamıyor. Kaldığı oteldeki odası bir çeşit alkol hazinesi. Kederli ve beat bir adam olarak karşımızda Ben Sanderson. Kendisini anlatma ihtiyacı duyan biri kendisi. Aynı zamanda iyi bir yazar, ama filmin başlarından itibaren bu tarafı yönetmen tarafından seyirciye fazla yansıtılmıyor.Ama ufakta olsa neler yaptığına dair kısa sekanslar filmin içinde yer alıyor. Yazarlıktan alkolikliğe geçiş evresi Ben Sanderson'un " Hatırlamıyorum. Karım beni terk ettiği için mi alkole başlamıştım yoksa içmeye başladığım için mi karım beni terk etmişti? " sözünde yatıyor.
Filmde süreç Ben'in alkolik sorunları üzerineyken sonrasında Sera karakteriyle tanışıyoruz. Sera, patronu Yuri'ye para götürmekle yükümlü Las Vegas sokaklarında fahişelik yapan bir kadın. O da Ben gibi şefkata muhtaç biri. Ben'le 500 dolara anlaştıkları gece Ben'in erken boşalması sonucu geceyi konuşarak, içerek, uyuyarak geçiriyorlar, bu geceden sonra aralarında duygusal bir bağ oluşuyor. Bu sırada aralarında yaşadıkları aşk sevgi ve saygı çerçevesinde devam ediyor.
Sera fahişelik yapmaya ve yaşamını sürdürmeye devam ediyor, Ben'de alkolikliğiyle kaldığı yerden devam ediyor. İkisi de birbirlerinde aradıkları şeyi iyi biliyor; film de bunu seyirciye iyi hissettiriyor. Bunlar devam ederken alkolik sorunları yüzünden kaldıkları yerden kovuluyorlar. Filmde İki karakter arasındaki fark biri " drink to death" mevzusuyla ölmeyi arzularken, diğer karakter ölmekten yaşamaya doğru koşuyor. Sera'nın tek umudu, ihtiyaç duyduğu Ben.
Ben, Sera'nın fahişeliğine ses çıkarmazken, Sera kendisini aldatan
Ben'i anında evinden kovuyor. Bu ikilemde filmi izlerken tek soru;
“ adil mi “ sorusu oluyor. Kadın
tarafından aldatılmak ve erkek tarafından aldatılmak arasındaki farkı filmde az
da olsa gözlemliyoruz. Her ikisi de
sonra kendini bilinmez kuyularda buluyor, başları belaya giriyor ve kendi
kendine bilinmez yerlerde çürüyorlar. Filmin en dramatik kısmıysa Sera’nın Ben’in
alkolden dolayı ölümüne tanıklık etmesiyle gerçekleşiyor, karanlık odada
yaratılan atmosferse filmin artısı oluyor.
Sonuç olarak; " Leaving Las
Vegas " John O'brien'ın bir öyküsünden uyarlanan, dibe vuran iki kaybedenin hikayesini Mike Figgis'in gözünden
ahlakçı anlayış yerine içtenlikle ele alıyor. 'Leaving
Las Vegas'ta 'Drink to death '' olayı filmin kopma noktası
oluyor. Alkolle var olan, aynı zamanda bu alkolikliğin altında yatan tonlarca
sebep olduğunu film işleyiş olarak bize derinden hissettiriyor. Sountrackler,
nihilist olma eşiği, Nicholas Cage ve Elisabeth Shue'nin mükemmel
oyunculukları filme yansıyor. Özellikle Ben Sanderson’a can veren Nicholas Cage’ın
bir alkoliğin nasıl olması gerektiğini,aynı zamanda bu alkolikliğin altında
yatan sebepleri derinden hissettirirken, Elisabeth Shue çekiciliğiyle, seksiliğiyle, oynadığı
fahişe rolüyle Nicholas Cage’ye iyi bir partner oluyor.
Filmde umutsuzluk çöküntüsünü
fazlasıyla hissediyoruz. Erotik unsurları da filmin içine iyi yerleştiriliyor,
şarkılarda filmin atmosferine tam uyum sağlıyor. Filmi Sera’ya can veren
Elisabeth Shue’nın dramatik sözleriyle bitiriyorum;
“ Sanırım olay şuydu;ikimiz de fazla zamanımız olmadığını
anlamıştık ve ben de onu olduğu gibi kabul etmiştim, ondan değişmesini
beklememiştim. Sanırım o da benim için aynı şeyi hissetmişti. Onun içinde
olduğu dramı sevmiştim. Ve bana ihtiyacı vardı. Onu sevmiştim, onu gerçekten
sevmiştim.”
İzledikten sonra Altını Çizdiklerim;
Hatırlamıyorum. Karım beni terk ettiği için mi alkole başlamıştım
yoksa içmeye başladığım için mi karım beni terk etmişti?
-Vegasa neden geldin?
Ölümüne içmeye
- Belki de bu kadar çok içmemelisin
-Belki de bu kadar çok nefes almamalıyım Terri
Ben Sanderson: İçkiyi bırakmamı asla bekleyemezsin
" ikimizde ayyaşın teki olduğumu biliyoruz..."
" Buraya kendimi öldürüne kadar içmeye
geldim"
“ Sanırım olay şuydu;ikimiz de fazla zamanımız olmadığını
anlamıştık ve ben de onu olduğu gibi kabul etmiştim, ondan değişmesini
beklememiştim. Sanırım o da benim için aynı şeyi hissetmişti. Onun içinde
olduğu dramı sevmiştim. Ve bana ihtiyacı vardı. Onu sevmiştim, onu gerçekten
sevmiştim.”
Cem Kurtuluş, 2012
0 yorum:
Yorum Gönder